top of page

KAYIP ANAHTAR

  • Yazarın fotoğrafı: Nihansu Serter
    Nihansu Serter
  • 13 Kas 2024
  • 16 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 15 Kas 2024

Yaren, hazır değildi. Yine Datça'daydı. Burada olmak, ona öylesine zor geliyordu ki! Geri dönme dürtüsü, neredeyse onu esir alacaktı. Henüz otobüs terminalinden çıkmış olmasına rağmen, kalkacak ilk otobüsle uzaklaşacak gibi oldu. Sakinleşmeye çabaladı. Hazır hissetmese bile bu yolculuğa ihtiyacı olduğunu seziyordu.


Buraya yıllar sonra tekrar adım attığında, içinde derin bir kuyudan su çekiliyormuş hissi vardı. Onu buraya sürükleyen tam olarak neydi, bilmiyordu ama, genç bir adam ile genç bir kadının; âşık olduğu eski sevgilisi ile, önceleri en yakın dostu olan kadının düğünlerinin davetiyesi aynı gün, İstanbul’daki evinde eline geçmişti. Her ikisini de mazide bıraktığına kendini zamanla alıştırdığına kendini inandırdığı, ama birlikte kanlı canlı bir “mutlu çift” olarak bugüne kadar geldiklerini öğrendiğinde nefesinin daraldığı o genç adamın ve o genç kadının birkaç gün sonraki düğünlerinin davetiyesi… Davetiyeyi elinde tutar tutmaz fırlatıp atmış, saatlerce ağlamış ve sonunda kendini Datça yolunda bulmuştu işte.


Acıklı bir ritmi tutan kalp atışlarını geri plana atıp aniden Datça'ya gelişine odaklandı. Ani kararlar onun mizacına pek uygun olmasa da Datça'nın ritmine uyum sağlamak belki de şu an seçeceği en kestirme yoldu. Zira kalbiyle uğraşamayacak kadar bitkindi. Buna rağmen gözlerinin etrafı taramasına engel olamıyordu; her köşede, her taşta geçmişin izlerini arıyordu. Eski sokaklar, sahildeki tuz kokusu ve taşların soğukluğu... Datça, sanki çocukluğunun anılarını onun için saklamıştı. Ama her şey bir o kadar da yabancı geliyordu! Bir zamanlar devasa görünen yollar, şimdi küçücük kalmıştı; korkutucu ağaçlar, zararsız hatta dostane birer süs ağacı gibi görünüyordu. Hisleri, bir eğlence sonrası patlatılan yavaş yavaş yere düşen konfetiler gibi dağınık, karmaşık ve iç içe geçmişti. Taşlı yollarda adım attıkça kalbindeki eski yaraların yeniden can bulacağını hissediyordu.


Bir sokakta yürürken, kaldırımdan fırlamış küçük bir çiçek gözüne ilişti. Eğilip baktı. Küçük, kırılgan ama yaşama tutunmasıyla bir o kadar da inatçıydı. Eskiden böyle çiçekleri görünce mutlu olur, onlarla konuşurdu. Usulca mırıldandı. “Sen de mi burada sıkışıp kaldın, benim gibi?”


O anda, yanı başından geçen yaşlı bir kadın bastonuna dayanarak ona merakla baktı. “Sen buraya yeni mi geldin, kızım?”


Yaren gülümsedi. “Sayılır. Çocukken burada çok vakit geçirirdim.  Ama uzun zaman sonra bu, ilk geri gelişim.” Kadın başını salladı, sanki onu uzun zamandır bekliyormuş gibi. “Eskiler hep geri gelir.” dedi. “Çocukluğunu burada bırakan herkes, bir gün bir şeyler aramaya gelir.”


Yaren düşündü. “Haklısınız, belki.” dedi. “Çocukluğumda burada çok şey yaşadım, şimdi hepsi puslu anılar gibi.”


Kadın, Yaren'e doğru eğildi. “Anıların peşine düşmüşsün, demek.” diye fısıldadı. “O çocuk, seni çağırıyor olabilir. Ama dikkat et. Geçmiş, kaybolduğunu düşündüğün şeylerle dolu bir ormandır; içinde ne bulacağını bilemezsin.”


Yaren, bir an ürktü ama aynı zamanda büyülendi de. Başını kaldırıp yaşlı kadına tekrar bakmak istedi ama kadın çoktan uzaklaşmıştı, sanki bir serap gibi kaybolmuştu.


Eski ilişkisi zihnini kapladı. O da tıpkı böyleydi, bir serap gibi yokluğa karışmıştı. Gerçekte var mıydı, yok muydu; meçhuldü. Bir anda, eski bir kış gününü hatırladı. Soğuk rüzgârın, yüzünü keskin bir bıçak gibi dilimlediği o gün... Sahilde yürüyordu. Deniz dalgaları, birer hatıra gibi üzerine vuruyordu. Gökyüzü griydi ve bir el kadar yakın hissettiriyordu kendini. Elinde eski sevgilisinden kalan bir anahtar vardı. Büyükada sahilinde, yerde birlikte buldukları anahtar... Aşklarının sembolü olmuştu. Aşklarını nasıl deli dolu yaşadıkları zihninden bu kez capcanlı sızdı. Onunla geçirdiği kışlar, el ele tutuştukları soğuk geceler... Hepsi dalgaların gelip sahili örtmesi gibi  üzerine kapanıyordu. O gün kışın ortasında, içinde bahara dair ince bir umut hissetmişti ama yine yanılmıştı. İçindeki yaralar kapanmak bilmiyordu.


Sahile doğru yürümeye devam ederken, çocukken sıkça uğradığı eski bakkalı gördü. Bakkalın boyası dökülmüş, tabelası rüzgârla sallanıyordu ama hemen yanındaki çay bahçesi, hâlâ yerindeydi ve birkaç müşteri içerideydi. İçeri göz gezdirirken, masalardan birinde tanıdık bir yüze rastladı: Burcu! Çocukluk arkadaşı Burcu… Yıllardır görüşmemişlerdi.


Yaren, bir an tereddüt etti ama tam o sırada Burcu, onu fark edip gözlerini kocaman açtı. “Sen... Gerçekten sen misin?” diyerek ayağa fırladı.


Yaren, gülerek ona doğru yürüdü. “Evet, benim!” dedi. “Uzun zaman oldu, değil mi?”

Burcu, sanki bir hayalet görmüş gibi Yaren'e bakıyordu. “Bunca yıl sonra Datça’da seni görmek inanılmaz! Hadi otur, anlat bakalım neler yaptın, nasıl geldin buraya?”


Sandalyeye otururken başını iki yana salladı, Yaren. “Garip, değil mi? Çocukluğumdan sonra ilk defa buradayım. Sanki içimde bir şey beni çağırıyordu. Eski, o küçük “ben”i arıyorum belki de ama ona ulaşamıyorum.”


Burcu, düşünceli bir ifadeyle çay bardağını hafifçe ileri-geri çevirdi. “Datça böyledir işte.” dedi. “Çocukken bıraktığın şeyleri saklar ama sana istediğin gibi vermez. Hep bir oyun oynar, hep bir bulmacadır.”


Bir süre sessiz kaldılar. Sanki ikisi de yıllar önce Datça sokaklarında beraber geçirdikleri zamanlara dönmüşlerdi. Burcu, hafifçe gülümsedi. “Sen çocukken bile hep arayış içindeydin aslında. Saatlerce sahilde tek başına yürür, bir şeyler mırıldanırdın. Ne arıyordun, ne düşünüyordun, asla anlayamazdık. Şimdi bile düşündüğümde, sanki çocukken de kaybolmuş gibiydin.”


Bu sözler, Yaren'in içinde bir şeyleri harekete geçirdi. Gerçekten de öyle miydi? Çocukken bile kaybolmuş muydu? Derin bir nefes aldı. “O zamandan beri değişen pek bir şey yok sanırım!” diye fısıldadı. “Belki de hep buraya, çocukluğuma dönmek istedim ama bir türlü dönemedim.”


Burcu, elini onun omzuna koydu ve gülümseyerek, “Belki de şimdi, buradayken... Artık dönmüşsündür.” dedi. Sustular. İlk konuşan Burcu oldu. "Hesap sorma gibi düşünme sakın. Sadece merak ediyorum." Burcu sakin ve nazikçe sordu. "Beni niye hiç aramadın Yaren?"


Yaren'in içinde burkuldu. "Korktum."


"Neyden?"


"Hatırlamaktan."


"Ve işte şimdi hatırlamak için buradasın. 'Geç olsun, güç olmasın.' derler ya hani... Bence geç diye bir şey yok. Ne kadar güç olacağı da genellikle bize bağlı oluyor."


Burcu birden neşelendi. "Nerede, nasıl yaşadığını ve ne iş yaptığını bile bilmiyorum."


"Benim de şimdiki sana dair hiçbir bilgim yok."


Burcu'nun bedeni hareketlendi, içiyse kesin kıpır kıpırdı. "Neyi bekliyoruz o zaman? Hadi, başlayalım."


Yaren hem dingindi hem de coşkun... Az önceki itirafı yalnızca Burcu'ya değil, kendisine de sunmuştu.


Şimdiden; yeni hayatlarından bahsettiler birbirlerine. Bir süre öyle havadan sudan muhabbet ettiler. Burcu’nun eşinden gelen telefon, muhabbetlerini kesti. Burcu, eşiyle sevgi dolu konuşuyordu.


O an Yaren, eski ilişkisini düşündü. Sağlıksız, çürük bir filizlenme gibiydi onlarınki. Başından beri yürümeyeceği belliydi ama Yaren yine de sürdürmek için âdeta debelenmişti. Kahve fincanları eşliğinde süren uzun sessizlikler, yarım kalan konuşmalar... Birbirlerine o kadar uzaklardı ki, Yaren ne kadar tutunmaya çalışsa da karşısındaki yalnızca bir gölgeydi.


Bir akşam, onunla aynı masada otururken, söyleyemediği her şey içine gömülmüştü. Yaren'e "Gerçekte hiçbir şeyin garantisi yok." demişti o gün. Bu söz zihninde yankılanıyordu, belki de sevgilisiyle birlikte kaybolan sadece sevgilisi değildi. Kendinden de bir parça kopup gitmişti.


Âna döndüğünde ise o gün hissettiği o derin yalnızlık, şimdi burada, Burcu’nun karşısında otururken bile kalbine ağır ağır çöküyordu. Bir parçası, o kaybettiği güveni geri getirmeyi hâlâ arzuluyor muydu acaba? Yoksa geçmişi geride bırakmak için mi buradaydı?  Kendini sorguya çekmesi ve aklının sınırlarını zorlaması hâlâ devam ederken Burcu’yla vedalaşma vakti gelmişti bile. Çay bahçesinden çıktılar. O akşamüstü, Yaren sahilde tek başına yürüyordu. Güneş yavaş yavaş denizin arkasına çekilirken, dalgaların sesi onu sarıyordu. Çocukken her akşam bu sahile gelir, denize bakar, dalgaların arasında kendi yansımasını arardı. Şimdi de aynı sahile bakıyordu, fakat içindeki derin boşlukla…


Uzanmak için ağaç dibinde bir köşe buldu. Gözleri, dalgın dalgın etrafta geziniyordu. Derken  buğulanmaya ve kapanmaya başladı. Birden gözleri açıldı ve kumsalda oynayan bir kız çocuğuna takıldı. Üzerinde eski bir elbise, ayağında tozlu ayakkabılar... Yaren’e doğru bakıyordu. Gözlerini kıstı, çocuksa birden ona gülümsedi ve el salladı. Yaren’e doğru yürümeye başladı. Çocuk yaklaştıkça Yaren içinde bir şeylerin sarsıldığını hissediyordu. Âniden geriye döndü.


Kız, ona son bir kez el salladı ve kumsalda yavaşça uzaklaştı. Yaren, onu izlerken içindeki düğümlerin birer birer çözülmeye başladığını hissetti. Datça’ya dönüşünün aslında kaybettiğini düşündüğü parçalarını bulmak için olduğunu fark etti.


Bütün bu anlar, geçmişte içinde yarım kalmış ilişkilerin ve bitmemiş hikâyelerin hatırlatıcısıydı. Eskiden, onu sevmeyen birine bağlanmaya çalıştığında yaşadığı o boşluk... Kökleri hastalıklı bir ilişkiye takılıp kalışı... Sevdiği adamla bir akşamüstü oturduklarında, hani şu “hayatta hiçbir şeyin garantisinin olmamasına” alaycı gülümsemesiyle vurgular yaptığı, "Gerçek bir bağlılık istemiyorum." dediği o anlar gözünün önüne geldi. O gün hissettiği soğuk, bu sahilde yeniden yüzüne çarpıyordu.


Ertesi gün, çocukken oyun oynadığı eski mahalleye doğru gitti. Mahalleye vardığında, çocukluk arkadaşlarından birkaçının hâlâ burada yaşadığını öğrendi. Ama Yaren özellikle çocukken en yakın dostu olan Burcu için gelmişti. Onu yeniden görme fikri, kendisini hem heyecanlandırdı hem de biraz korkuttu. Çünkü onu görmek, yıllar öncesine gömülmüş anıları da yeniden gün yüzüne çıkarabilirdi.


Eski apartmanların arasında yürürken, balkonda, ismini çağırıp ona el sallayan birini gördü. İşte, karşısındaki, Burcu’ydu! Zaman onu değiştirmiş olsa da gözlerindeki  aşina sıcaklık, Yaren'e eski dostluklarını hatırlattı.


“Burcu!” diye seslendi o da yukarı doğru. Burcu, Yaren'e bakıp gülümsedi, birkaç dakika sonra apartmanın kapısında belirdi. Yaren'i görünce gözleri parladı, ardından sevinçle kollarını açtı. “Sen… Hâlâ şoktayım! Gerçekten buradasın!” diyerek onu sımsıkı sardı. “Bunca yıl sonra Datça’da karşılaşmak! Hâlâ inanamıyorum!”


Yaren de ona sarıldı. “Evet, buradayım!” dedi hafif bir gülümsemeyle. “Belki de çocukluğumu bulmaya geldim. Ya da kendimi…”


Burcu onu yukarı davet etti. “Gel, içeri gir. Çocukken ne çok hayal kurardık burada, değil mi? Belki o eski anılar, aradığın şeyi bulmana yardım eder.”


Burcu'nun küçük salonuna adım attığında, duvarda asılı eski fotoğraflara takıldı gözleri. Özellikle bir tanesi dikkatini çekti. İlkokul yıllarında çekilmiş bir grup fotoğrafı. Burcu, Yaren ve diğer çocukluk arkadaşları… Saçları dağınık, yüzlerinde çocuksu gülümsemeler… Hayatın yükünü hiç bilmeyen, tamamen özgür ve kaygısız çocuklar…


Burcu, masaya çay koyarken gözlerinde eski günlerin parıltısı vardı. “Burada ne çok oyun oynardık seninle. Hayalî yolculuklarımız vardı ya, hazine haritaları çizerdin sanki gerçekten bir şey bulacakmış gibi…”


Yaren gülümsedi. “O haritaları çizmek, kaybolmuş şeyleri bulmak gibiydi sanki. Kim bilir, belki hâlâ o hazineyi arıyorumdur.”


Burcu'nun gözleri dalgınlaştı. “Sen o zamanlar bile kayıp şeylerin peşindeydin. Şimdi daha iyi anlıyorum. Biz sahilde oyun oynarken bile sen hep başka bir şey arardın. Bir gün denize bakıp bir şeyler fısıldamıştın ama anlamamıştım. ‘Neyi arıyorsun?’ diye sorduğumda, gülüp ‘Bilmiyorum ama bulana kadar arayacağım.’ demiştin.”


Burcu'nun sözleriyle beraber, çocukluğu, Yaren'in gözlerinin önünde canlandı. O zamanlar hayal gücü sonsuzdu; kaybolduğu her anda yeni bir dünya bulur, kendine yeniden bir yol çizerdi. Belki de bu yolculuk, o arayış içindeki çocuğu tekrar bulmak içindi. Yeniden, o cesur keşif duygusuna sarılmak… Kaybolmaktan korkmadığı o eski benliğini kucaklayarak ilerlemek…


O cesur ve keşif ruhlu çocuğu, şüphesiz babası biçimlendirmişti. Babası, Yaren'e, hayallerden bile daha özgür bir yaşantı vermişti. Üstelik sessiz ve görünmez bir koruyucu gibiydi, belli etmeksizin daima Yaren'in etrafındaydı. Yaren, babasını anımsayınca hem kalbine bir hüzün çöktü hem de babasının eseri olan çocuğu tekrar hissetti. Gözyaşları kumsala dökülüyordu. "İyi ki babam sendin, canım babacığım!" Babasının hatırasına koşulsuz bir sevgiyle sarıldı.


O akşam sahile yeniden indi. Gün batmak üzereydi, kumsalda bir kayığın yanında yaşlı bir balıkçı oturuyordu. Bu balıkçıyı yıllar önce, çocukken de aynı yerde, aynı kayığın başında görürdü. Babasıyla buraya gelip balıkçının deniz hikâyelerini dinlerlerdi. Kim olduğunu sormazdı Yaren ama adam hep tanıdık gelirdi.

Yaklaştıkça yaşlı adam gözlerini kısarak Yaren'e baktı. “Sen… Galiba seni tanıyorum.” dedi kısık bir sesle.


Yaren gülümsedi. “Evet, çocukken de burada olurdum. Hatırlıyorum sizi.”


Yaşlı adam, dudak bükerek hafifçe güldü. “O zaman da sık sık gelirdin, uzun uzun denizi seyrederdin. Sonra birden kalkar giderdin. O zamandan beri aradığın bir şey var gibi.”


Yaren için çocukluğunun geçtiği kasabada tanıdık yüzlerle karşılaşmak belki sıra dışı değildi, ama sürpriz demek olacağı kesindi, hoş veya nahoş…


Yaren başını salladı. Bu adam, sanki içindeki sırları biliyordu. “Evet.” dedi. “O zaman da arıyordum… Şimdi de. Datça’da bıraktığımı düşündüğüm bir parçayı bulmak için döndüm.”


Balıkçı, gözlerini kısarak uzaklara baktı, sonra denizi işaret etti. “Biliyor musun, deniz de böyledir. Dalgalar hep bir şeyler getirir, bir şeyler götürür. Bazen aradığını buldurur, bazen de kaybettirir. Ama dalgaların arasında kaybolan şeyler hiçbir zaman sahiden gitmez, bir gün geri gelir. Yeterince beklemeyi bilirsen…”


Bu sözler, Yaren'in içinde yankılandı. Belki de Datça gerçekten, kaybolduğunu sandığı şeyleri bir arada tutuyordu. Ansızın içinde bir hüzün yükseldi. Buraya atfetmesi gerektiğini hissettiği bir hüzün... Datça'dan biricik babasının vefatı üzerine ayrılıp, teyzesinin ailesiyle yaşamaya başlamadan önce burada olup bitenler diriliyor ve ona gitgide yaklaşıyordu. En çok da onu henüz küçükken terk eden annesi, hep masallarda dinlediği annesi... Annesinin varlığını, babası canlı tutardı. Babası da gidince, ailesi büsbütün gitmişti, Datça gitmişti; dahası çocukluğu, dahası çocuk kendisi...


Sonraki günlerde eski sokaklarda, hatıralarının arasında dolaştı. Her şey macera dolu bir diyar gibiydi, çocukluğunun o cesur günlerini hatırlatıyordu. Kumsalda oturup denizin sesini dinlerken gözlerini kapadı. İçinde yıllardır biriken sorular ve kaygılar, dalgaların sesiyle çözülmeye başladı. Sanki içindeki küçük kızın sesini duyuyordu: “Ben hep buradaydım. Sen hep benimle birlikteydin. Nereye gidersen git, beni unutma.”


Yaren, gözlerini yumdu.


***


Yaren, kaygılı adımlar atarken sesli düşündü. "Yoksa buraya gelmemeli miydim?" Terk edilmiş kasabaya uzaktan bakarken tüyleri diken diken oldu. Öyle bir yalpaladı ki neredeyse yürüdüğü uçurumun kenarından düşüp, görünmeyen zemini boylayacaktı. Dehşetini yatıştırmaya çalıştı ve yürümeyi sürdürdü.


Zamanın ötesinde kaybolmuş bu kasabanın sınırına varmaya niyetli Yaren, başını karanlık gökyüzüne kaldırdı. Yol boyunca titrek, eski sokak lambaları ona eşlik ediyordu. Bu loş ışıklar, çocukluğundaki yalnız geceleri hatırlattı; annesinin bir kez daha yanında olmadığı, yalnızca sessizliği dinleyerek uykuya daldığı o soğuk ve uzun geceleri… Şimdi, bu kasaba ürkütücü bir hatıra gibi ona yaklaşıyordu, geçmişin biçimsiz gölgeleri onunla yeniden yüzleşmek üzereydi.


Sisle örtülmüş bir siluet gibi beliren kasaba, taş döşeli yolun sonunda görünüyordu. Yaren, rüzgârın hışırtısı ve sessizlik içinde, kendi zihninin derinliklerinde yürüyormuş gibi hissetti. Bu kasaba tanıdık geldi, aynı zamanda yabancıydı. Sanki kaybettiği bir parçayı bulmak için buradaydı.


Kasabanın içine adımını attığında, tüm evlerin kapalı, pencerelerin karanlık olduğunu fark etti. Hafif bir sis, kasabanın üzerinde asılıydı; geçmişin ağır sessizliği, Yaren’i içine çekiyordu. İçinde belirsiz bir ürperti ile paltosuna sarıldı. Neden burada olduğunu tam olarak bilmiyordu fakat içindeki bir his, onu bu terk edilmiş kasabaya çağırıyordu.


Her zaman bir şeylerin eksik olduğunu hissetmişti. Çocukluk yıllarından beri içinde büyüyen o boşluk, gençlik hayallerini de esir almıştı. Annesinin ansızın gidişi, bir gün bile arayıp sormaması… Bu terk edilmişlik, onun üzerine yapışmış bir lanet gibi her yeni ilişkisine sessizce sızıyordu. Kasabaya adım atmak, yalnızca geçmişle değil, kendi değersizlik ve yetersizlik korkularıyla da yüzleşmek demekti. Kendisi bile kendisine güvenle yaklaşamazken, “Gerçekten beni sevebilecek biri olabilir mi?” diye düşündü. Bu sorular, kasabanın sessizliğinde yankılandı, yine dönüp geldiği muhatap sadece kendisiydi.


Yolda ilerlerken, ayağına bir zarf takıldı. Eğilip zarfı aldı, üzerindeki soluk mürekkep ile yazılmış ismini gördüğünde içinde tuhaf bir ürperti uyandı: "Yaren için… Hatırlaman Gereken Günler için." Hayrete düşmüştü. Hayatı boyunca kendisi için özel bir şey saklanmadığını, kimsenin, adını özenle bir zarfa yazmadığını düşündü. Bu, bir yandan onu değerli hissettiren, bir yandan da acı veren bir duyguydu; sanki o küçük çocuk hâlâ annesinin dönmesini bekliyor, yalnızlığının sona ereceğine dair bir umut taşıyordu.


Zarfı açtığında, yabancı ama tuhaf bir şekilde bilindik bir cümle çıktı karşısına: “Aradığın şey, seni arıyor.” Bu cümle, çocukluğunun gizli hatıralarını ve bastırılmış anılarını bir anda aklına getirdi. Kasaba, zihninde kaybolmuş bir bölge gibiydi; ama tüm somutluğuyla şimdi onu konuk ediyordu. Sanki her şey, ona neden terk edildiğini sorması için burada yeniden hayat buluyordu.


Birdenbire aşina olduğu bir melodi duydu. Eski bir çocuk şarkısı gibi yumuşak ve tatlı bir ses, onu kasaba meydanına doğru çekti. Meydanın ortasında, koca bir ağacın altında oturan bir çocuk gördü. Çocuk, elinde eski bir oyuncak bebek tutuyordu. Yaren, korku ile merak arasında bu çocuğa doğru çekildi. Ağaca yaklaşıp çocuğun yüzüne baktığında, tanıdık bir his duydu; bu yüz, Datça’da da karşılaştığı, onun kendi çocukluk hâlinin izlerini taşıyan yüzdü. O küçük Yaren, sevgisizliğin ve terk edilmenin izleriyle hâlâ oradaydı ve bekliyordu. Çocuğun masum yüzüne bakarken, onun geçmişte kaybettiği bir parçasını temsil ettiğini anladı.


Çocuk, gözlerini yerden kaldırarak soğukkanlı bir şekilde sordu. “Yaren, unuttun mu?” Bu soru, Yaren’in kalbine bir bıçak gibi saplandı. Ömrü boyunca unutmak zorunda olduğu duygular bir anda hareketlenip şahlanmış gibiydi.


Çocuk, gözlerini ona dikti. "Beni hep unuttun, hep susturdun." dedi kırgın bir sesle. "Büyüdükçe beni daha derine ittin. Oysa ben sadece sevgi istiyordum!" Yaren, bu kelimelerle kalbinin derinliklerinde bir şeylerin kırıldığını hissetti.


Çocuk, elindeki oyuncak bebeği ona uzattı. “Bunu senin için sakladım,” dedi. “Hatırlarsan bu bebek en çaresiz hissettiğin anda her şeyin yerli yerine oturmasını sağlayacak bir tılsım.”


Yaren, oyuncağı eline aldığında eski bir vaadin, kayıp bir umudun sıcaklığını hissetti. Oyuncağın üzerindeki kapı sembolüne bakarken, bu kapının başka bir dünyaya açılan bir geçit gibi titreştiği zannıyla irkildi. Tam o anda, meydanda sessizliği bozan ayak sesleri duyuldu. Sesin kaynağına doğru baktığında, devasa bir kapının açıldığını gördü. Kapı, zamanın ötesine açılan bir köprü gibiydi; üzerine eski dillerde yazılar ve karmaşık figürler kazınmıştı.


Korku ve merakla kapıya yaklaştı. Derin bir nefes alarak içeriye adım attığında, kendini kapkaranlık ve dar bir alanda buldu. Burası çocukken saklandığı küçük dolaptı! Dolabın içinde, çocukluk hâli oturuyordu; bu sefer yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Küçük Yaren, elindeki defteri ona uzattı. “Buraya gelmeni bekliyordum.” dedi çocuk. “Bu defterde, unuttuğun hayallerin ve kaybettiğin hislerin var. Artık yüzleşme zamanı.”


Yaren, o sanrı, fakat hissettirdiği tüm gerçeklikle gerçek olmuş dolabın içinde çocukluk hayalleriyle karşı karşıya kalırken, eski korkularının yeniden su yüzüne çıktığı hissetti. Defterin kapağındaki bir cümle dikkatini çekti: “Bir gün kendi hikâyemi bulacağım.” Çocukken kendine sık sık tekrarladığı bir sözdü bu ancak yıllar içinde unutmuştu.


Küçük Yaren ona gülümseyerek, “Hâlâ hikâyeni bulabilirsin.” dedi.


Yaren, tereddütle de olsa gülümsedi. Gülümsemesi önce büyüdü, sonra hafifledi. Korku dolu şüpheleri hâlâ kuvvetliydi. “Acaba gerçekten de kendi hikâyemi bulabilir miyim?” diye düşünmeden edemedi.


Kasabanın eski sokaklarında yürürken kendisini “Aynalar Evi” adı verilen, kırık dökük aynalarla kaplı tuhaf bir binanın önünde buldu. İçeri girdiğinde, kendisini farklı yaşlarda gösteren yansımalarla dolu bir labirentteydi. Her aynanın içine doğru süzüldüğünde, o yaşının anılarına geri dönüyordu.


Bir aynada, annesinin onu terk ettiği geceyi gördü. Soğuk bir geceydi, annesi gitmeden önce ona sarılmak için bile vakit ayırmamıştı. Yaren, o küçük çocuk hâliyle aynada kendini izlerken, zihninde bir soru yankılandı: “Sevilmeye yeterince layık değil miydim?”


Başka bir aynada ise ilk aşkını hatırladı, o da annesi gibi onu terk etmişti. Her yansıma, ilişkilerinde yaşadığı aynı döngüyü tekrar tekrar gözleri önüne serdi. Yaren, annesi tarafından terk edilmenin, sevgiyi kaybetme korkusunu nasıl kalıcı hâle getirdiğini fark etti. Aynalar Evi’nin labirentinde, Yaren kendi gerçekliğiyle yüzleşme cesareti bulmaya çalışıyordu. Küçük çocuğun sesini uzaklardan işitti: “Sevilmeyi hak ediyorsun. İlk olarak kendin tarafından…”


Tüm yansımalar bir anda kayboldu ve aynalardan birinde yüzü maskeli bir figür belirdi. Bu figür, bastırdığı tüm acı ve korkularının simgesi olmalıydı. Ne de olsa bu figür, çocukluğunda seyrettiği bir filmin başkarakteriydi. Küçük, kendisine benzeyen bir kız çocuğunun sevgi dolu annesini öldüren, azılı bir katildi. Yaren’e doğru elini uzatarak, yumuşak ama kararlı bir sesle konuştu. “Gerçeklerle yüzleşmeye hazır mısın, Yaren? Bu yolculuk, kalbinin en derin sırlarını açığa çıkaracak. Cesaretin var mı?”


Yaren, derin bir korku ile merak arasında sıkışmıştı ama bir şey onu bu figüre doğru çekiyordu. Elini uzattı, hızla figürün elini kavradı ve kendini aniden geniş, uçsuz bucaksız bir çölün ortasında buldu. Çölün ortasında yıkık dökük bir ev yükseliyordu. İçeriden gelen, yankılanma dozunu giderek artıran çocuk kahkahaları ve eski bir ninni ile artık başı dönmeye başlamıştı. Kapıya doğru ilerleyip içeri adım attığında, anıları birer hayalet gibi canlandı: İlk aşkı, annesinin gidişi, çocukluk hayalleri… Bu kez kaçmak yerine, hayaletlerin peşine düştü.


Yaren, kasabada gördüğü eski anıları ve kaybettiği parçaları bir araya getirirken, birden arkasında bir varlık hissetti. Döndüğünde karşılaştığı yaşlı bir kadındı. Kadının yüzünde alıştığı bir ifade vardı ama Yaren onun kim olduğunu tam çıkaramıyordu. Yüzündeki çizgiler, sanki geçmişin izlerini ve kırık anılarını taşıyordu. Kadının bakışları, ona hem yakın hem de uzak geliyordu.


Kadın, ucunda anahtar olan bir zinciri ona uzatarak yavaşça konuşmaya başladı. “Bu anahtar, zihnindeki diğer kapıları açacak. Cesaretin varsa, unutulmuş parçalarını bulabilirsin.” Kadının sesi, fısıltılı bir rüzgâr gibi Yaren'in kalbine değdi. Yaren bu sesin, hayatında yalnızca birkaç kez duyduğu o özel, koruyucu ton olduğunu fark etmenin şaşkınlığındaydı. Kadının yüzü, annesinin yüzüne dönüştü.


Yaren’in gözleri doldu. Annesi, yıllar sonra karşısında duruyordu ama Yaren sanki çok geç kalmıştı. Annesinin ona baktığını hissetmek, bir yandan yıllardır bastırdığı öfkeyi uyandırıyor, bir yandan da derin bir özlem duygusunu tetikliyordu. Bu çelişki, kalbini bıçak gibi kesiyordu.


Annesi ona hafifçe gülümsedi; bu kez daha yakın, daha bilindik, çocukken çok özlemini çektiği o sıcaklıkla.


Yaren, sesi titreyerek sordu. “Neden gittin? Neden beni bıraktın?”


Annesi, ona hüzünle baktı. Yüzü yılların yüküyle gölgelenmişti. Sanki geçmişte aldığı her kararın ağırlığını taşıyordu. “Korkularım,” dedi annesi, sesi titreyerek. “Kendi korkularım, sana sarılmamı engelledi o gece… Ama senin sevgiye layık olmadığını düşündüğümden değil, Yaren. O gece seni bırakıp giderken… Ben de çok kırılgandım. Sana ne verebileceğimi bilmiyordum. Kendimi bile tam olarak sevmeyi ve kabullenmeyi öğrenememişken, sana nasıl sevgi verebilirdim?”


Yaren, bu açıklamayı duyunca dondu kaldı. Annesinin gözlerinde yıllarca saklı kalmış kederi gördü. Annesi devam etti. “Seni bırakıp gitmek hayatımdaki en zor şeydi. Ama kendimi o kadar değersiz hissediyordum ki, senin için yeterli olamayacağımı düşündüm. Seni incitmekten korktum, Yaren. Kendi içimde çözemediğim bir savaştaydım.”


Yaren, annesinin gözlerindeki çaresizliği gördü. Terk edilmenin yarattığı o soğuk acıyı hep kendi kusuru sanmıştı ancak şimdi annesinin de kendi içindeki kırıklarla savaştığını, onu terk etmesinin ardında bambaşka korkular olduğunu anlamaya başlıyordu. Kendisini ifade etmesi için annesine şans vermeye meğer bu kadar hazır olduğunu anlamaya... Sadece bu bile ortamdaki havanın duygusallığını çoktan arşa çıkarmaya yetmişti.


Annesinin konuşması gitgide daha dokunaklı bir tınıya sahip oluyordu. “O gece seni bırakıp gittiğimde, aslında kendimi de terk etmiştim. Kendimden kaçmak istedim. Korkularımdan... Ama bu kaçışın bedelini en çok sen ödedin.”


Yaren’in içinde yıllarca süren terk edilmişlik hissi, bu sözlerle çözülmeye başladı. Evet, belki şu dünyada çocuğunu terk etmek için ayakları yere sağlam basan bir tek gerekçeye kimse sahip olamazdı, fakat Yaren için tüm öfkesinin, hayal kırıklığının aslında annesinin yetersizlik ve değersizlik hislerinden kaynaklandığını anlamak, onu bir yandan acıtırken bir yandan da ona rahatlatıcı bir huzur getirdi.


Bir an, sessizce birbirlerine baktılar. Yaren’in gözlerinden süzülen yaşlar, annesinin terk edişini ve kendisinde bıraktığı izleri yavaşça temizliyordu.


“Bir şizofreni hastası... Gitgide kötüye giden... Böyle bir anne, kendi evladına ne sunabilirdi, bilemedim. Hastalıklı bir annedense annesizliği vermeyi seçmek zorunda kaldım.” Kadın durdu ve soluklandı. Hıçkırıkları sanki içinde patlıyordu. “Özür dilerim, Yaren.”


Yaren'in kalbi derinden sızladı. Nasıl hiç bu şekilde bakamamıştı acaba? Ancak şimdi gönül gözü açıktı. Yaren, içini çekti. “Yıllarca bunun benim kusurum olduğuna inandım.” Gözyaşlarını sildi.  “Ama şu hep, bana diğerlerinden farklı olduğumu hissettiren şey senden...” Duraksadı. “Senin savaşını devam ettiriyormuşum.”


Annesi, son bir kez ona sarıldı ve fısıldadı. “Kendini sev, Yaren. Sevgiye layıksın. Benim yapamadığımı, sen yapabilirsin. Önce kendine sarıl.”


Yaren’in gözleri doldu. Annesinin hayaleti, terk edilme felaketini daha önce hiç düşünmediği bir bakış açısıyla açıklıyordu. Annesinin tüm sözlerinin ağırlığı altında derin bir huzur ve minnet hissetti.


Annesinin hayaleti, evet hayaletti fakat daha somut olamazdı, kızının gözlerinin içine bakarak bir kez daha fısıldadı. “Sevgiye ulaşmanın yegâne yolu, önce kendini sevebilmeyi göze almaktır. Hiçbir korku, kendi gerçeğinle yüzleşmeni engellememeli.”


Yaren, annesinin mesajını kabul etti. Ardından çocukluğundaki hayallerine doğru yürüdü. Küçük yansıması, elindeki defteri Yaren’e uzatarak sessizce fısıldadı. “Geçmişinle barıştığında, kendi hikâyeni yazabileceksin.” Bu cümlede bir özgürleşme hissi buldu, belki de hayatında ilk kez bu kadar hafif hissediyordu. Defteri eline aldığında, geçmişin ağırlığını benliğinde hissettiren zincirlerin birer birer çözüldüğünü hissetti. Yıllarca taşıdığı terk edilme korkusu, içindeki sevgiye dair yeni bir sıcaklıkla hafifledi. Kendi kendine şefkatle mırıldandı: “Artık kendimi sevmeme izin vereceğim!”


Kasabaya geri döndüğünde, artık geçmişiyle yüzleşmiş, içi sevgi ve özgürlükle beraber yeni bir umutla doluydu. Kasabanın kapısından çıkarken, içinde kendi hikâyesini yazacak cesaretin filizlendiğini hissediyordu.


Yaren, gözlerini açtı. Uyanmıştı. “İşte, şimdi!” dedi. “Evet, kendimle barışığım!” Ekledi. “Kendi hikâyemi yazmak için nasıl da hazırım!”


***


Yaren, akşam sessizliğinde denize bakıyordu. Hâlâ gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Dalgalar sahile vuruyor, sanki ona cevap veriyorlardı. Aradığı her şeyin aslında içinde olduğunu anlamasının zaferiyle yüzünde bir tebessüm belirdi.


Ertesi sabah, Datça'nın sokaklarında son kez dolaştı. İçinde hafiften bir huzur vardı, bu kez kayıplarını bulmak için değil, geçmişine huzurla veda etmek için yürüyordu. Sahilde yürürken bir çocuk sesi duyduğunu sandı, başını çevirdi ama orada kimse yoktu; sadece dalgaların sesi sükûnet dolu bir uğultu meydana getiriyordu.


Gözlerini kapattı ve içindeki küçük kızı düşündü. O artık bir hatıra değil, kendisiyle beraber yaşayan bir parçaydı. Usulca fısıldadı. “Teşekkür ederim. Beni çağırdığın, kaybolmadığımı hatırlattığın için… Ve en önemlisi, beni bana geri getirdiğin için. Elvedanın zamanı geldi.”


Datça'nın rüzgârı yüzünü okşarken otobüs terminaline doğru yürüdü. Datça'nın çocuklarına, sahilde oynayan köpeklere ve ağaçların altında oturan yaşlılara son bir kez baktı. Bu sefer kalbinde geri dönülmez bir hafiflik vardı. Artık o küçük kızı aramıyordu, onu bulmuş ve içinde taşır olmuştu.


Otobüse binmeden önce, cebindeki eski anahtarı çıkardı. Yıllar önce, eski sevgilisinden kalan anahtarı…. Bu anahtar, o zamanlar Yaren'e, çocukluğundaki masallarda hayat bulan annesinin kilitli resim odasının anahtarını andırırdı. Annesinin masallarını dinlemek için babasıyla girdikleri odayı anımsatan bir anahtar... Bu yüzden bu denli anlamlı olmalıydı. Ama geçmişin ağır zincirlerinden başka bir şey ifade etmiyordu artık.


Anahtarı parmaklarının arasında döndürdü ve sahildeki kumların üzerine bıraktı. Anahtarı kumların üzerine bırakırken, yıllardır sırtında taşıdığı bir yükün hafiflediğini hissetti.


Geçmişin zincirlerinden sıyrılıp özgürleşiyordu. Rüzgârın yavaşça sürüklediği kum taneleri, anahtarı yavaşça örtmeye başladı. Bırakmak, yıllardır içinde taşıdığı o ağırlığı da kaldırıyordu sanki. Bir zamanlar sevgiyle tutunduğu bu nesne, şimdi sadece geçmişin bir kalıntısıydı. Onu bırakmak, kendini yeniden bulma yolunda attığı yeni adımlardan biriydi.


Bir anda aklına geldi. O gün, düğün günüydü. Bir terk ediliş hikâyesi gibi kalbini kaplayan bu sarsıcı acı, çoktan dinmişti, bunu fark edince iyice gevşedi.  Buraya, terk edilişini anımsatan düğün davetiyesi ile aslında âdeta annesi tarafından çağrıldığını idrak etti. Nihayet çocukluğundan beri bir türlü çözümlenememiş, hatta düğüm olmuş içsel dünyası; tam da burada çözüme kavuşacağını bilmiş gibiydi. Tam da içsel dünyasına kapılarak kendini burada bulmamış mıydı?


Şimdiyse geçmişiyle barışmış ve onu kalbinde saklayarak yeni bir başlangıç yapmaya yöneliyordu. Her şeyin mümkün olduğu bir geleceğe adım atıyordu. Bu yolculukta, kim olduğunu yeniden keşfetmenin heyecanı, içinde dalgalanıyordu. “Yaşam, geride bıraktıklarımız kadar önümüzde açılan sayfalarla da dolu.” diye düşündü. Bu sayfalara ne yazacağı artık ona bağlıydı.


Otobüse bindiğinde Datça’nın tanıdık sokakları ve sahili ona “Hoşça kal!” diyordu. Geçmişini geride bırakmış, önündeki yeni sayfalara doğru ilerliyordu. Yağmur damlaları, otobüs camından süzülüyordu. Her damla, geçmişin izlerini yavaşça siliyordu. İçinde, yeni bir hikâye yazma cesareti filizleniyordu. Böylece Yaren, kaybettiğini sandığı her şeyin, aslında hep içinde olduğunu fark ederek Datça’dan ayrıldı. Bu yolculuk, çocukluğundan beri aradığını, sonunda bulduğu bir keşifti.


Otobüs ilerlerken, Yaren bıraktığı anahtarı düşündü. Bir de içinde oluşan yeni anahtarı... Kalbiyle gülümsedi.


Hazırdı.

 
 
 

1 Comment


nezmkdr
Nov 13, 2024

Etkileyici bir anlatım ve hikayeye de bayıldım tebrikler

Like
bottom of page