
DÖNÜŞ
- Nihansu Serter
- 8 Kas 2024
- 9 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 9 Kas 2024
Datça’ya yıllar sonra tekrar adım attığımda, içimde derin bir kuyudan su çekiliyormuş hissi vardı. Gözlerim etrafı tarıyordu; her köşede, her taşta geçmişin izlerini arıyordum. Eski sokaklar, sahildeki tuz kokusu ve taşların soğukluğu... Datça, sanki çocukluğumun anılarını benim için saklamıştı. Ama her şey o kadar yabancı da geliyordu ki! Bir zamanlar devasa görünen yollar şimdi küçücük kalmış, korkutucu ağaçlar zararsız, hatta dostane olmuştu. Hislerim, gökyüzünden yağan konfetiler gibi; dağınık, karmaşık ve anlaşılmazdı. Taşlı yollarda adım attıkça, kalbimdeki eski yaraların yeniden can bulacağını hissediyordum.
Bir sokakta yürürken, kaldırımdan fırlamış küçük bir çiçek gözüme ilişti. Eğilip baktım. Küçük, kırılgan ama bir o kadar da inatçıydı. Eskiden böyle çiçekleri görünce mutlu olur, onlarla konuşurdum. Usulca mırıldandım. “Sen de mi burada sıkışıp kaldın, benim gibi?”
O anda, yanı başımdan geçen yaşlı bir kadın bastonuna dayanarak bana merakla baktı. “Sen buraya yeni mi geldin kızım?” diye sordu.
Gülümsedim. “Sayılır. Çocukken burada çok vakit geçirirdim… ama ilk defa geri dönüyorum.”
Kadın başını salladı, sanki beni uzun zamandır bekliyormuş gibi. “Eskiler hep geri gelir,” dedi. “Çocukluğunu burada bırakan herkes, bir gün bir şeyler aramaya gelir.”
Düşündüm. “Haklısınız, belki,” dedim. “Çocukluğumda burada çok şey yaşadım, şimdi hepsi puslu anılar gibi.”
Kadın bana doğru eğildi. “Anıların peşine düşmüşsün, demek,” diye fısıldadı. “O çocuk seni çağırıyor olabilir. Ama dikkat et. Geçmiş kaybolduğunu düşündüğün şeylerle dolu bir ormandır; içinde ne bulacağını bilemezsin.”
Bir an ürktüm ama aynı zamanda büyülendim. Başımı kaldırıp ona tekrar bakmak istedim ama çoktan uzaklaşmıştı, sanki bir serap gibi kaybolmuştu.
Bir anda, eski bir kış gününü hatırladım. Soğuk rüzgârın yüzümü keskin bir bıçak gibi dilimlediği o gün... Sahilde yürüyordum. Deniz dalgaları, birer hatıra gibi üzerime vuruyordu. Gökyüzü griydi ve bir el kadar yakın hissettiriyordu kendini. Elimde eski sevgilimden kalan bir anahtar vardı. Büyükada sahilinde yerde birlikte bulduğumuz anahtar... Aşkımızın sembolü olmuştu. Aşkımızı nasıl deli dolu yaşadığımız zihnime sızdı. Onunla geçirdiğimiz kışlar, el ele tuttuğumuz soğuk geceler... Hepsi dalgaların gelip sahili örtmesi gibi üzerime kapanıyordu. O gün kışın ortasında, içimde bahara dair ince bir umut hissetmiştim, ama içimdeki yaralar kapanmak bilmiyordu.
Sahile doğru yürümeye devam ederken, çocukken sıkça uğradığım eski bakkalı gördüm. Bakkalın boyası dökülmüş, tabelası rüzgârla sallanıyordu, ama hemen yanındaki çay bahçesi hâlâ yerindeydi ve birkaç müşteri içerideydi. İçeri göz gezdirirken, masalardan birinde tanıdık bir yüze rastladım: Burcu! Çocukluk arkadaşım Burcu… Yıllardır görüşmemiştik. Bir an tereddüt ettim ama o da beni fark edip gözlerini kocaman açtı.
“Sen... gerçekten sen misin?” diyerek ayağa fırladı.
Gülerek ona doğru yürüdüm. “Evet, benim,” dedim. “Uzun zaman oldu, değil mi?”
Burcu sanki bir hayalet görmüş gibi bana bakıyordu. “Bunca yıl sonra Datça’da seni görmek inanılmaz! Hadi otur, anlat bakalım neler yaptın, nasıl geldin buraya?”
Sandalyeye otururken başımı iki yana salladım. “Garip, değil mi? Çocukluğumdan sonra ilk defa buradayım. Sanki içimde bir şey beni çağırıyordu. Eski, o küçük 'ben'i arıyorum belki de, ama ona ulaşamıyorum.”
Burcu düşünceli bir ifadeyle çay bardağını hafifçe çevirdi. “Datça böyledir işte,” dedi. “Çocukken bıraktığın şeyleri saklar ama sana istediğin gibi vermez. Hep bir oyun oynar, hep bir bulmacadır.”
Bir süre sessiz kaldık. Sanki ikimiz de yıllar önce Datça sokaklarında beraber geçirdiğimiz zamanlara dönmüştük.
O an eski bir ilişkimi düşündüm. Sağlıksız, çürük bir filizlenme gibiydi. Başından beri yürümeyeceği belliydi ama yine de kurtulmak için çabalamıştım. Kahve fincanları eşliğinde süren uzun sessizlikler, yarım kalan konuşmalar... Birbirimize o kadar uzaktık ki; ne kadar tutunmaya çalışsam da karşımdaki yalnızca bir gölge gibiydi. Bir akşam, onunla aynı masada otururken, söyleyemediğim her şey içime gömülmüştü. "Gerçekte hiçbir şeyin garantisi yok," demişti bana o gün. Bu söz zihnimde yankılanıyordu, belki de onunla birlikte kaybolan sadece o değildi. Kendimden de bir parça kopup gitmişti.
O gün hissettiğim o derin yalnızlık, şimdi burada, Burcu’nun karşısında otururken bile yüreğime ağır ağır çöküyordu. Bir parçam, o kaybettiğim güveni geri getirmeyi hâlâ arzuluyor muydu acaba? Yoksa geçmişi geride bırakmak için burada mıydım?
Sonra Burcu hafifçe gülümseyerek devam etti. “Sen çocukken bile hep arayış içindeydin aslında. Saatlerce sahilde tek başına yürür, bir şeyler mırıldanırdın. Ne arıyordun, ne düşünüyordun asla anlayamazdık. Şimdi bile düşündüğümde, sanki çocukken bile kaybolmuş gibiydin.”
Bu sözler içimde bir şeyleri harekete geçirdi. Gerçekten de öyle miydi? Çocukken bile kaybolmuş muydum? Derin bir nefes aldım. “O zamandan beri değişen pek bir şey yok sanırım,” diye fısıldadım. “Belki de hep buraya, çocukluğuma dönmek istedim ama bir türlü dönemedim.”
Burcu elini omzuma koydu ve gülümseyerek, “Belki de şimdi, buradayken... artık dönmüşsündür,” dedi. Sustuk. İlk konuşan Burcu oldu. Şimdiden, yeni hayatlarımızdan bahsettik birbirimize. Bir süre öyle havadan sudan muhabbet ettik.
O akşamüstü sahilde tek başıma yürüyordum. Güneş yavaş yavaş denizin arkasına çekilirken, dalgaların sesi beni sarıyordu. Çocukken her akşam bu sahile gelir, denize bakar, dalgaların arasında kendi yansımamı arardım. Şimdi de aynı sahile bakıyordum, fakat içimde derin bir boşluk vardı.
Kendime uzanmak için ağaç dibinde bir köşe buldum. Gözlerim, dalgın dalgın etrafı inceliyordu. Derken kırılmaya ve buğulanmaya başladı.
Birden gözlerim açıldı ve kumsalda oynayan bir çocuğa takıldı. Üzerinde eski bir elbise, ayağında tozlu ayakkabılar... Bana doğru bakıyordu. Gözlerimi kıstım, çocuk birden bana gülümsedi ve el salladı. Ona doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça içimde bir şeylerin sarsıldığını, bu küçük kızı tanıdığımı hissediyordum.
“Nasılsın?” diye sordum, diz çökerek göz hizasına indim.
Küçük kız başını yana eğdi ve gülümsemesi büyüdü. “Beni arıyordun, değil mi?”
Gözlerimi kırptım. Bu kız... çocukluğum muydu, yoksa hayal mi görüyordum?
“Evet,” dedim, titrek bir sesle. “Ama... sen...”
Kız hafifçe güldü. “Hiçbir şey sormana gerek yok. Sadece çocukken kaybettiğin şeyi hayal et,” dedi. “Beni hatırla. Peki, ben senin için kimdim?”
Bu sözler içimde bir şeyleri harekete geçirdi. Derin bir nefes aldım. "Sen," diye fısıldadım, "benim daha kaygısız, daha cesur hâlimdin."
Küçük kız yine gülümsedi, gözlerinde umut parlıyordu. “Beni hep burada arayacaksın,” dedi. “Ama unutma, ben hep seninle birlikteyim…”
O anda yüreğimde bir şeylerin erimeye başladığını hissettim. Geçmişte peşine düştüğüm ama bir türlü bulamadığım parçaların aslında hep içimde olduğunu fark ettim. Küçük kızın gözlerinde gördüğüm cesaret, bana unuttuğum bir sırrı hatırlatıyordu: Kaybolmak korkutucu olsa da, kendimi bulma yolculuğu asla yalnız yürüdüğüm bir yol değildi. Çocukken hissettiğim o cesaret ve umut, içimde bir yerlerde hep var olmuştu.
Kız bana son bir kez el salladı ve kumsalda yavaşça uzaklaştı. Onu izlerken içimdeki düğümlerin birer birer çözülmeye başladığını hissettim. Datça’ya dönüşümün aslında kaybettiğimi düşündüğüm parçalarımı bulmak için olduğunu fark ettim.
Bütün bu anlar, geçmişte içimde yarım kalmış ilişkileri ve bitmemiş hikâyeleri hatırlattı. Eskiden, kendimi sevmeyen birine bağlanmaya çalıştığımda yaşadığım o boşluk... Çürük bir filizlenme gibi, kökleri hastalıklı bir ilişkiye takılıp kalışım... Onunla bir akşamüstü oturduğumuzda, bana alaycı bir gülümsemeyle "Gerçek bir bağlılık istemiyorum" dediği o an gözümün önüne geldi. O gün hissettiğim soğuk, bu sahilde yeniden yüzüme çarpıyordu, ama artık farklıydı. Bu kez içimde bir kabullenme vardı. Geçmişin ağırlığından, yanlış bağlanmalardan ve kırık anılardan özgürleşiyordum.
Bu kabullenişle birlikte, içimde hafif bir huzur yükseliyordu. Eskiden, geçmişte kalan o yarım kalmış aşkın ardından sürüklendiğim yalnızlık duygusu şimdi yerini derin bir sakinliğe bırakıyordu. Her şeyin bir anlamı olduğunu, bazı anıların ve acıların da nihayetinde bizi biz yapan parçalar olduğunu fark ettim. Kırılmış bir kalp bile doğru yerleştirdiğinde, insanın ruhunu aydınlatabiliyordu.
Bu düşüncelerle daldığım uykudan uyandım. Kesinlikle herhangi bir rüyanın ötesindeydi! Bana hakikatin ta kendisini yaşatmıştı. Kendimi sihirli hissediyordum. Daha özgürdüm. Daha cesur, daha kaygısız...
Ertesi gün çocukken oyun oynadığımız eski mahalleye doğru gittim. Mahalleye vardığımda, çocukluk arkadaşlarımdan birkaçının hâlâ burada yaşadığını öğrendim. Özellikle birisi vardı ki, çocukken en yakın dostumdu: Ayşe. Onu yeniden görmek beni hem heyecanlandırdı hem de biraz korkuttu. Çünkü onu görmek, yıllar öncesine gömülmüş anıları da yeniden gün yüzüne çıkarabilirdi.
Eski bir apartmanın önünde durup üst katlardan birine baktım. Balkonda, bana el sallayan birini gördüm. Ayşe! Zaman onu değiştirmiş olsa da gözlerindeki aşina sıcaklık, eski dostluğumuzu hatırlattı.
“Ayşe!” diye seslendim yukarı doğru.
Ayşe bana bakıp gülümsedi, birkaç dakika sonra apartmanın kapısında belirdi. Beni görünce gözleri şaşkınlıkla parladı, ardından sevinçle kollarını açtı. “Sen… gerçekten geri mi döndün?” diyerek beni sımsıkı sardı. “Bunca yıl sonra Datça’da karşılaşmak! Hâlâ inanamıyorum!”
Ben de ona sarıldım. “Evet, döndüm,” dedim hafif bir gülümsemeyle. “Belki de çocukluğumu bulmaya geldim. Ya da kendimi…”
Ayşe beni yukarı davet etti. “Gel, içeri gir. Çocukken ne çok hayal kurardık burada, değil mi? Belki o eski anılar aradığın şeyi bulmana yardım eder.”
Ayşe’nin küçük salonuna adım attığımda, duvarda asılı eski fotoğraflara takıldı gözüm. Özellikle bir tanesi dikkatimi çekti: ilkokul yıllarında çekilmiş bir grup fotoğrafı. Ayşe, ben ve diğer çocukluk arkadaşlarımız. Saçlarımız dağınık, yüzümüzde çocuksu gülümsemeler… Hayatın yükünü hiç bilmeyen, tamamen özgür ve kaygısız çocuklar…
Ayşe, masaya çay koyarken gözlerinde eski günlerin parıltısı vardı. “Burada ne çok oyun oynardık seninle. Hayalî yolculuklarımız vardı ya, hazine haritaları çizerdin sanki gerçekten bir şey bulacakmış gibi…”
Gülümsedim. “O haritaları çizmek, kaybolmuş şeyleri bulmak gibiydi sanki. Kim bilir, belki hâlâ o hazineyi arıyorumdur.”
Ayşe’nin gözleri dalgınlaştı. “Sen o zamanlar bile kayıp şeylerin peşindeydin. Şimdi daha iyi anlıyorum. Biz sahilde oyun oynarken bile sen hep başka bir şey arardın. Bir gün denize bakıp bir şeyler fısıldamıştın ama anlamamıştım. ‘Neyi arıyorsun?’ diye sorduğumda, gülüp ‘Bilmiyorum ama bulana kadar arayacağım,’ demiştin.”
Ayşe’nin sözleriyle çocukluğum gözlerimin önünde canlandı. O zamanlar hayal gücüm sonsuzdu; kaybolduğum her anda yeni bir dünya bulur, kendime yeniden bir yol çizerdim. Belki de bu yolculuk, o kaygısız çocuğu tekrar bulmak içindi. Yeniden, o cesur keşif duygusuna sarılmak… Kaybolmaktan korkmadığım o eski benliğimi kucaklayarak ilerlemek…
O akşam sahile yeniden indim. Gün batmak üzereydi, kumsalda bir kayığın yanında yaşlı bir balıkçı oturuyordu. Bu balıkçıyı yıllar önce, çocukken de aynı yerde, aynı kayığın başında görürdüm. Babamla buraya gelip onun deniz hikâyelerini dinlerdik. Kim olduğunu sormazdım, ama tanıdık gelirdi.
Yaklaştıkça yaşlı adam gözlerini kısarak bana baktı. “Sen… galiba seni tanıyorum,” dedi kısık bir sesle.
Gülümsedim. “Evet, çocukken de burada olurdum. Hatırlıyorum sizi.”
Yaşlı adam dudak bükerek hafifçe güldü. “O zaman da sık sık gelirdin, uzun uzun denizi seyrederdin. Sonra birden kalkar giderdin. O zamandan beri aradığın bir şey var gibi.”
Başımı salladım. Bu adam, sanki içimdeki sırları biliyordu. “Evet,” dedim. “O zaman da arıyordum… şimdi de. Datça’da bıraktığımı düşündüğüm bir parçayı bulmak için döndüm.”
Balıkçı, gözlerini kısarak uzaklara baktı, sonra denizi işaret etti. “Biliyor musun, deniz de böyledir. Dalgalar hep bir şeyler getirir, bir şeyler götürür. Bazen aradığını buldurur, bazen de kaybettirir. Ama dalgaların arasında kaybolan şeyler hiçbir zaman sahiden gitmez; bir gün geri gelir. Yeterince beklemeyi bilirsen…”
Bu sözler içimde yankılandı. Belki de Datça gerçekten, kaybolduğunu sandığım şeyleri bir arada tutuyordu. Âniden içimden bir hüzün yükseldi. Buraya açmam gerektiğini hissettiğim bir hüzün... Datça'dan biricik babamın vefatı üzerine ayrılıp teyzemlerden yaşamaya başlamadan önce burada olup bitenler diriliyor ve bana gitgide yaklaşıyordu. Doğumumda ölen, hep masallarda dinlediğim annemin varlığını babam canlı tutardı. Babam da gidince, ailem büsbütün gitmişti; Datça gitmişti; dahası çocukluğum, dahası çocuk ben...
Sonraki günlerde eski sokaklarda, hatıralarımın arasında dolaştım. Her şey bir diyar gibiydi; çocukluğumun o kaygısız günlerini hatırlatıyordu. Son gün kumsalda oturup denizin sesini dinlerken gözlerimi kapadım. İçimde yıllardır biriken sorular ve kaygılar, dalgaların sesiyle çözülmeye başladı. Sanki içimdeki küçük kızın sesini duyuyordum. “Ben hep buradaydım. Sen hep benimle birlikteydin. Nereye gidersen git, beni unutma.”
Gözlerimi açtığımda, akşam sessizliğinde denize bakıyordum. Dalgalar sahile vuruyor, sanki bana cevap veriyorlardı. Aradığım her şeyin aslında içimde olduğunu anladım. Yüzümde bir tebessüm belirdi.
Ertesi sabah, Datça'nın sokaklarında son kez dolaştım. İçimde hafif bir huzur vardı; bu kez kayıplarımı bulmak için değil, geçmişime huzurla veda etmek için yürüyordum. Sahilde yürürken bir çocuk sesi duydum sandım, başımı çevirdim ama orada kimse yoktu; sadece dalgaların sesi sükûnet dolu bir uğultu meydana getiriyordu.
Gözlerimi kapattım ve içimdeki küçük kızı düşündüm. O artık bir hatıra değil, benimle beraber yaşayan bir parçaydı. Usulca fısıldadım. “Teşekkür ederim. Beni çağırdığın, kaybolmadığımı hatırlattığın için… ve en önemlisi, beni bana geri getirdiğin için. Elvedanın zamanı geldi.”
Datça'nın rüzgârı yüzümü okşarken otobüs terminaline doğru yürüdüm. Kasabanın çocukları, sahilde oynayan köpekler ve ağaçların altında oturan yaşlılara son bir kez baktım. Bu sefer kalbimde geri dönülmez bir hafiflik vardı. Artık o küçük kızı aramıyordum; onu bulmuş ve içimde taşır olmuştum.
Otobüse binmeden önce, cebimdeki eski anahtarı çıkardım. Yıllar önce, eski sevgilimden kalan anahtardı. Bu anahtar, o zamanlar bana, çocukkenki masallarda hayat bulan annemin kilitli resim odasının anahtarını andırırdı. Annemin masallarını dinlemek için babamla girdiğimiz odayı anımsatan bir anahtar... Ancak bir vakitler elimde tuttuğum bu eski sevgilimden hatıra anahtar, artık geçmişin ağır zincirlerinden başka bir şey ifade etmiyordu. Anahtarı parmaklarımın arasında döndürdüm ve sahildeki kumların üzerine bıraktım. Anahtarı kumların üzerine bırakırken, yıllardır sırtımda taşıdığım bir yükün hafiflediğini hissettim. Geçmişin zincirlerinden sıyrılıp özgürleşiyordum. Rüzgârın yavaşça sürüklediği kum taneleri, anahtarı yavaşça örtmeye başladı. Bırakmak, yıllardır içimde taşıdığım o ağırlığı da kaldırıyordu sanki. Bir zamanlar sevgiyle tutunduğum bu nesne, şimdi sadece geçmişin bir kalıntısıydı. Onu bırakmak, kendimi yeniden bulma yolunda attığım yeni adımlardan biriydi.
Otobüse bindiğimde, içsel bir yolculuğun sonunda olduğumu hissediyordum. Camdan dışarı baktım; Datça'nın tanıdık silueti, sahili, eski sokakları... hepsi de bana “Hoşça kal!” diyordu âdeta.
Geçmişimle barışmış ve onu kalbimde saklayarak yeni bir başlangıç yapmaya hazırdım. Her şeyin mümkün olduğu bir geleceğe adım atıyordum artık; yeni yollar, yeni hikayeler... Bu yolculukta kim olduğumu yeniden keşfetmenin heyecanı içimde dalgalanıyordu. Yaşam, geride bıraktıklarımız kadar önümüzde açılan sayfalarla da doluydu. Bu sayfalara ne yazacağım artık bana bağlıydı.
Otobüs hareket ettiğinde, içimde tatlı bir huzur vardı. Çocukluk anılarım, kaygılarım ve karmaşıklığı artık geride kalmıştı. Geçmişimle vedalaştığımı ve önümdeki yeni sayfalara doğru ilerlediğimi hissediyordum. Bu yalnızca bir dönüş olmamıştı; kendimle yeniden tanışmaya ve yaşamla barışmaya doğru attığım, cesur bir adımdı. Üstelik bundan böyle geçmişin yüküyle değil, içimde yeniden keşfettiğim küçük kızla yürümeye devam edecektim.
Dışarıda yağan yağmur, camdan süzülen damlalar gibi ağır ağır akıyordu. Yağmur damlalarının her biri, sanki geçmişin izlerini silmek için var gibiydi. Yağmur damlaları camdan süzülüp akarken, içimde geçmişin izlerini temizleyen bir serinlik hissi belirdi. Her bir damla, yıllardır taşıdığım acıları, hüzünleri ve kırgınlıkları yavaşça silip götürüyordu sanki. Yağmurun ardından gelen ferahlıkla, içimde artık yeni bir hikâye yazmanın huzurunu taşıyordum. Birden içimde taptaze bir melodi yükseldi. Bir zamanlar acının ritmiyle çalan bir şarkıydı belki bu, ama şimdi yepyeni ve umut dolu bir melodi olarak yankılanıyordu.
Artık her şeyin sonunda, yeni bir hikâye yazmaya hazır olduğumu biliyordum. Yaşam, geçmişi geride bırakıp yeniden başlamanın cesaretini gösterenlere farklı kapılar açıyordu. İçimde, beni bekleyen o yeni hayatın taptaze heyecanı filizleniyordu. Şimdi yepyeni bir melodiyle yolculuğuma devam edecektim.
Böylece içsel yolculuğumu tamamlamış, kaybolduğunu zannettiğim her şeyin aslında hep içimde olduğunu fark etmiş bir hâlde Datça'dan ayrıldım. Bu yolculuk, çocukluğumdan beri sonunda aradığımı bulduğum bir keşifti.
Comments