top of page

ESİN'İN RENGÂRENK IŞIĞI

  • Yazarın fotoğrafı: Nihansu Serter
    Nihansu Serter
  • 19 Kas 2024
  • 3 dakikada okunur

Bazı sabahlar vardı, gökyüzü gri bile olsa ışıklar konuşurdu. O sabah, Esin'in odasına dolan ışık, kırılgan bir fısıltı gibiydi. "Kendi kurşunî enkazında renkleri bul," diyordu sanki.


Ama bu kolay değildi; ağırlıklar altında kalan bir ruhtan mucizeler beklenemezdi. Masasının üzerindeki dava dosyalarının karmaşası, bir zamanlar yüreğinde açmaya çalışan umutların kurumuş dallarını andırıyordu. Her dosya, başka bir hikâyeydi, başka bir enkazdı. O enkazların arasında, Esin'in kendi parçaları da vardı.


Kahvesine uzandı, ama eli havada kaldı. Masanın köşesinde bir dosya gözüne ilişti: Cenk ve İpek Öztürk. Henüz bir yıl önce birbirlerine "iyi ve kötü günde bir ömür" vaat eden iki yabancı, şimdi kalın bir çizgiyle ayrılmış hayatlarını getiriyorlardı önüne. Esin, dosyaya alaycı bir gülümsemeyle baktı. "Aşk," diye mırıldandı, "gökteki yıldızların yansımasını görüp suyun derinliğini unutanların masalı."


Telefon çaldığında, tanıdık bir ses işitti: Teyzesi Melahat. Telaşı her zamanki gibiydi; lafı dolandırmadan konuya girdi.


"Cenk’in evliliği kötü gidiyormuş, kızım. Bir el atsan... Onları kurtarsan..."


Esin kahkahayla karşılık verdi. "Ben bağları çözmekte iyiyimdir, teyze. Ama yeniden bağlamak mı? O başka bir sanat."


Melahat, ısrarın bir sanat olduğunu çok iyi bilirdi. Israr etti. Esin ise her zamanki gibi, bu sanata teslim oldu.


Cenk ve İpek karşısına oturduğunda, odadaki sessizlik bir fırtınanın öncüsü gibiydi. Cenk'in gözleri yerde, İpek'in elleri saçlarında dolanıyordu. İkisi de kendilerine o kadar uzaktı ki, birbirlerini görebilmeleri imkânsızdı. Esin, onları izlerken, kendi geçmişinden izler gördü.


İki kez evlenmiş, iki kez kırılmıştı. İlk eşinde kontrolün tuzağına düşmüştü; her şeyin kusursuz olması gerektiğine inanan bir dünyanın mahkûmuydu. İkinci eşinde ise özgürlük arayışı, onu kendi duvarlarının içinde kaybetmişti. İki uç nokta, iki ayrı tuzak...


"Birbirinizi son kez ne zaman dinlediniz?" diye sordu Esin, sakin ama keskin bir tonla. Soru, odada yankılandı. Cenk sustu. İpek başını çevirdi. Sessizlik, içlerindeki fırtınayı örten bir perde gibiydi. O an, Esin kendi sessizliğini düşündü. İnsan, en çok kendinden kaçardı; ama kaçış bir yere varmazdı.


Gece eve döndüğünde, yıllardır açmadığı bir çekmeceyi çekti. İlk eşinden kalan, zamanın külleriyle sararmış mektubu usulca ellerinin arasına aldı. Satırlar hâlâ canlıydı: "Mutluluk denizinde yüzüyorduk, ama dalgalarımız birbirimizi boğdu." Esin, mektubu katladı. Bazı acılar, gözyaşıyla değil, suskunlukla akardı.


Cenk ve İpek’in sonraki buluşmalarında, Esin sözlerini daha keskin kullandı. "Sevgi," dedi, "sadece sahip olmak ya da tamamen bırakmak değildir. Sevgi, o ince ipte dengede durmayı öğrenmektir." Her kelime bir hançer gibi battı; ama hem onlara hem kendisine. Çünkü iyileşmek, bazen yeniden kırılmayı göze almaktı.


Bu süreç, Esin'in kendi hikâyesine yeniden bakmasına neden oldu. Uzun zamandır başkalarının hikâyelerinin arasında kaybolmuştu. Hayatının anlamını, başkalarının yükünü taşımakta arıyordu; ama bu bir çıkmazdı.


Bir gün bir arkadaşının önerisiyle resim kursuna yazıldı. Fırçayı eline aldığında, titrek bir çizgiyle başladı. Kursun eğitmeni Levent, onun içindeki karanlığı fark etmiş gibiydi.


"Boyalar," dedi Levent, "kontrol edilmeye gelmez. Onları serbest bırak. Renkler konuşur."


Levent, Esin'in hayatına sessiz bir öğretmen gibi girdi. Romantizmin vaat ettiği parlak yüzeyi sunmadı; daha çok, derin bir uyanışın puslu ışıltısını getirdi. Şule, bu kez biliyordu. Kendini tamamlamadan kimseye tutunamazdı. Bu farkındalık, ona kendine dair yeni bir kapı açtı.


Aylar geçti. Cenk ve İpek, birbirlerini yeniden anlamanın bir yolunu buldu. Esin, bu çiftte kendindeki mânâlı yansımasını iliklerine dek hissetti. Farklı duygular içindeydi; daha önce içinde taşımadığı duygular...


Levent bir gün, yurtdışına taşınacağını söyledi. Esin, veda sırasında ona minnetle teşekkür etti. Levent ona incelikli bir nezaketle kendisiyle gelmesini teklif etti.


Esin dayanıklı ve kendinden emindi. "Renkleri hatırlattığın için teşekkür ederim, Levent. Ama kendi gökyüzümü boyamak, yine bana kalmış."


Levent gitti. Küskün veya kırgın değil, derin bir anlayışla... Hafiften burukluk barındırsa da rengârenk tebessüm ederek... Birden gitti. Ama bıraktığı iz, Şule’nin iç dünyasında kaldı.


Bir yıl sonra, Esin bambaşka biriydi. Artık sadece bir avukat değil, aynı zamanda bir ressamdı. Resim sergileri düzenliyor, genç hukukçulara yaşamın renkli tonlarını görmeyi öğretiyordu. Ama en önemlisi, kendi hikâyesinin kahramanıydı.


Bir sabah, masasında yeni bir dava dosyası buldu. Genç bir çift daha, birbirlerini yitirmişti. Esin, dosyayı açmadan önce durdu, pencereden süzülen ışığa baktı. Şehir artık gri değildi. Çünkü o, kendi ışığını yaratmayı öğrenmişti. İçinden rengârenk tebessüm ediyordu. Rengârenk ve ışıl ışıl hayatına doğru akan bir tebessümdü bu.

 
 
 

1 Comment


nezmkdr
Nov 19, 2024

Cok guzel hikaye ve guclu6bir anlatım tesekkurler

Like
bottom of page