top of page

İSTANBUL'UN UNUTULAN KADINI: SAHRA

  • Yazarın fotoğrafı: Nihansu Serter
    Nihansu Serter
  • 20 Haz
  • 8 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 21 Haz

İstanbul’un kalbinde, geçmişin gölgeleriyle sarmaş dolaş olmuş bir pasaj vardır. Kimsenin tam yerini bilmediği, bilenlerin ise unuttuğu bu pasaj, Galata ile Beyoğlu arasında zamanın askıda kaldığı bir yerdir. O pasaj, yalnızca binaların değil, anıların da küflendiği bir ara sokaktır. Taş duvarları, zamanla çatlamış bir hafıza gibi sessizce dökülür. Her köşesinde eski bir hikâyenin soluk izi; bir gülüşün yansıması, bir veda sözünün yankısı durur. Kaldırım taşlarının arasında yıllar öncesinden kalma yağmur birikir — sanki gökyüzü bile orada ağlamayı unutmamıştır. Pasaj, İstanbul’un kalbinde atmak yerine durmuş bir zaman makinesi gibidir.

İçinde, solgun vitrin camlarının arkasında soluk hayaller biriktiren dükkânlar, rutubet kokusuna karışmış eski şiirler vardır. O şiirler, kimin yazdığı bilinmeyen bir şairin terk edilmiş defterinden düşmüş dizeler gibidir. Rüzgâr her estiğinde, rafların arasında bir mısra uçuşur. Belki bir zamanlar birinin kalbinde yankı bulmuş ama şimdi yalnızca raflar arasında fısıldayan cümlelerdir.

Ayrıca eskiden bir köşede her zaman sessizliğini koruyan antika bir kitapçı antik zamanlardan fırlamışçasına âdeta zamansızlığı yaşatırdı. Bu kitapçının içini, bir zamanlar bir kadının varlığı dolduruyordu. Zamansız bir kadının... Adı Sahra’ydı.

Sahra, öyle bir kadındı ki; adını söylemek bile insanın içini serinletir ama ardından yakıcı bir sıcaklık bırakırdı. Onu görenler sadece bir siluet zannederdi önce, ama bakışları göz göze geldiğinde, kendilerini bir hatıranın içinde bulurlardı.

Sahra, adı gibi bir çöldü. Dışarıdan bakıldığında sakin, geniş ve sessiz… Ama içine girdikçe yakıcı, yaklaştıkça kaybolunan…

Onunla konuşan herkes, bir süre sonra kendi cümlelerini unuturdu. Çünkü Sahra, konuşmadan da konuşabilenlerdendi.

Bazen başını sokağın ucuna çevirip bir süre boşluğa bakar, sonra derin bir nefes alırdı. İşte o an, tüm pasaj durur, saatler susar, geçmiş bir gölge gibi omzuna çökerdi.

Onun varlığı, bu şehrin unuttuğu bir şarkının mırıldandığı son notalar gibiydi. Pasajın loş ışığında, zamanla sönmeye yüz tutmuş bir fener gibi titreyerek var olurdu. Ve bir gün ben onu gördüm.

Önce fark etmedim. Sadece pencerenin önünde, sabit bir karartı gibi duran bir figürdü. Ama sonra kitaplara bakmadığını, kitapların onun bakışlarına yöneldiğini anladım.

O gece yağmur ince ince şehri okşuyordu. Yağmur, bu şehre en çok Sahra’nın yüzüne yakışırdı. Çünkü Sahra, sanki doğuştan nemliydi — gözleri, hep ağlamış ama kimseye söylememiş bir çocuğun gözlerini andırırdı.

Taksim'in kalabalığı çoktan dağılmış, kaldırımlar yalnızların ayak izlerine kalmıştı. Tesadüfen sığındığım pasajın içinde, o eski kitapçıda karşılaştım Sahra’yla. Pencerenin yanındaki eski koltukta, elinde kalın bir kitap, sanki zamanla arasına mesafe koymuş gibi bakıyordu sayfalara. Yüzü bir aynaydı, ama yansıması yoktu. Gözleri, içe dönük bir fırtınanın kıyısında çırpınan kuşlar misali…

Onu her akşam orada görmeye başladım. Ritüel gibi aynı saatte gelir, aynı koltuğa oturur, aynı kitabı eline alırdı. Sayfaları çevirirken parmak uçlarındaki titreme, bir zamanlar tutunmaya çalıştığı ama ellerinden kayan hayalleri anlatıyordu.

Kitabın sayfalarını çevirme biçimi, hayatın ona öğrettiği sabrı anlatıyordu. Ne çok hızlı, ne çok yavaş; sanki her kelimeyle yüzleşmek, her cümleyi içine çekmek zorundaydı.

Bazen bir sayfanın başında uzun süre beklerdi. O anlarda gözleri, sayfadan çok ötede bir manzarayı izler gibiydi — belki eski bir sabah, belki artık olmayan birinin sesi, belki uzak bir elin dokunuşu.

Ben ise kitaplara değil, ona bakıyordum. Sanki her kelimesi onun geçmişinden bir iz taşıyordu. Onu anlamaya çalışıyor, sessizliğine ortak olmak istiyordum.

Onun sessizliğini çözmek, bir taşın içine oyulmuş harfleri okumaya benziyordu. Sahra’nın etrafında bir tür görünmez duvar vardı ve ben o duvarın arkasında yankılanan fısıltıları anlamaya çalışıyordum.

Bazen gözüm gözlerine denk geldiğinde, kendimi küçük bir çocuğun karanlıkta masal dinlemesi gibi hissederdim. Onun yüzü, bilmediğim bir masalın kapağıydı.

Ama Sahra, kelimelerden çok suskunlukla konuşan bir kadındı. Ve suskunluğu, bir mezar taşı gibi ağırdı.

Onun sessizliği, kelimelerin unuttuğu bir dili konuşuyordu. Sustukça daha çok şey anlatıyor, her susuşunda kalbimde ayrı bir kıymık bırakıyordu.

O sustukça ben daha çok doluyordum. Onun boşluğu, bende yankı buluyordu.

Bir gece, yağmur biraz daha hızlı düşerken çatılara, cesaretimi topladım. Raflardan bir kitap alıp yanındaki sandalyeye oturdum.

Sandalyenin gıcırtısı, pasajın içinde yankılandı. O an her şey dondu. Kitapçının rafları, duvar saatleri, yağmurun camdaki çizgileri — hepsi durdu.

Ona bu kadar yakın olmak, aynı kitaplığın parçası gibi hissettirdi beni. Ama yine de Sahra, bulunduğum yerin birkaç yüzyıl ötesindeydi sanki.

O sayfasını çevirdiğinde ben nefes almayı bırakıyor, o gözlerini kitaptan ayırdığında kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu.

Sanki her bakışı, üzerime düşen eski bir tül perde gibi yavaşça iniyordu. Onun gözlerinden kaçan her ifade, bir geçmişin çalmayan melodisiydi. Gözlerinin ucunda hep yarım kalmış bir "keşke" vardı.

"Aşk nedir bilir misin?" dedi birden. Sesi kadife kadar yumuşak ama içten içe lime limeydi. Cevap veremedim.

O an bir kelime söylemek, bir sırra saygısızlık olurdu. Çünkü Sahra’nın sorduğu şey bir cevap değil, bir tanıklık istiyordu.

"Aşk nedir?" diye sormadı aslında. "Ben hâlâ yaşıyorum, duyuyor musun?" dedi kelimelerin arkasından.

Hıçkırık misali bir ses tonuyla konuşmaya devam etti. "Aşk kavuşmak değildir. Beklemek bile değildir artık. Aşk; her gün içinden geçen kelimeleri bir türlü söyleyememek, her kelimenin boğazında bir düğüm olup kalmasıdır. Aşk, içinde gömdüğün mezarlıklarla yaşamaktır."

Bu sözleri duyduğumda, içimde yıllardır açılmamış bir sandık açıldı. İçinden çocuklukta yazılmış ama yırtılıp atılmış bir mektup, okunmadan bırakılmış bir günlük ve asla gönderilmemiş vedalar çıktı.

Sahra’nın sesiyle, ben de kendi sustuklarımı duydum.

O, yalnızca aşkı tarif etmiyordu — aşkın suskunluktan ibaret hâline dönüştüğü o son durağı, o artık acı bile olmayan boşluğu anlatıyordu.

Sustu. Ellerini dizlerinin üstünde birleştirdi. Gözleri artık geçmişi görmüyordu, geçmişin ta kendisiydi.

O an Sahra’ya değil, zamanın ete kemiğe bürünmüş hâline bakıyordum. Onun gözleri, yaşanmamış bir hayatın ağıtını tutan kadim bir rahibeye benziyordu. Geçmişi anmıyor, geçmişin ta kendisi gibi susuyordu.

O andan sonra onunla konuşmam hep yarım kaldı. Her şey hep eksikti. Çünkü Sahra’nın içinde tamamlanmamış bir hikâye vardı.

Sahra'nın cümleleri, virgülle biten ama hiçbir zaman noktalanmayan dualar gibiydi. Ne başlıyordu, ne bitiyordu; hep bir şeyin eşiğinde asılı kalıyordu.

Bazen dudağında beliren hafif bir gülümseme, geçmişte bir anı yakalamış gibi olurdu ama hemen ardından bir gölge gibi düşen gözleriyle her şeyi geri alırdı.

Ben ise onun cümleleri eksik kalmış romanını okumaya çalışan, gizli ve romanda yeri olmayacak kadar görünmez bir hayrandım.

Kendimi çoğu zaman onun romanının dipnotu gibi hissediyordum. Göz önünde olmayan ama hikâyeyi tamamlayan küçük bir iz. Belki Sahra beni fark etmiyordu ama ben onun her susuşunu birer cümle gibi okuyordum.

Bir gün kitapçıdan ayrılmadan önce bana eski bir defter bıraktı. Kapağında yalnızca tek bir kelime yazılıydı: “Kal.”

O kelimeyi gördüğümde, sanki zaman benden bir cevap bekliyordu. Kal — bu, yalnızca fiziksel bir kalış değildi.

Bu, hatırlamak demekti. Tanıklık etmek. Unutmamak.

Sayfalar, siyah mürekkeple doluydu. El yazısıyla yazılmış ama hoyratça değil, âdeta fısıltıyla… Her satır, bir ağıt gibiydi.

Defter, onun sustuğu zamanlarda konuştuğu tek yerdi. Sayfalarına bakarken bir başkasının acısına değil, bir başkasının kalbine dokunuyordum.

Mürekkep kurumuştu ama kelimeler hâlâ taze kan gibi nabzımda atıyordu.

Yusuf’un adını ilk kez orada okudum. Ve onunla yazışmalarını…

Yusuf adı, sanki kitapçının tozlu raflarında yıllardır yankılanan bir ismin sonunda beden bulmuş hâliydi. O ana dek soyut olan acı, artık bir yüz, bir isim, bir mektup kadar somut ve dokunulurdu.

İlk bakışta mektup gibi duran, ama aslında hiçbir zaman postalanmamış iç dökümleri…


14 Kasım 1993 – Galata

Yusuf,

Bu sabah sesinle uyanmak istedim.

Ama şehirde sadece tramvay raylarının iniltileri vardı.

Kalktım, çayı koydum, saçlarımı ördüm — sanki sen dokunacakmışsın gibi…

Aynaya baktım, ama gözlerimde senin aksin yoktu.

Bugün seni çok bekledim.

Galata’daki o plakçının önünden geçtim.

Edith Piaf çalıyordu uzaktan. Bilirsin, ne zaman onu duysam gözlerim kararır.

Çünkü onun sesi, senden kalan tek şey gibi...

Çünkü onun sesi, içimde açılmış ama kapanmamış bir yara gibi...

Ne zaman Piaf’ı duysam, seninle yürüdüğümüz o isimsiz sokağın taşlarına düşen gölgemizi hatırlarım.

Sanki zaman geri sarılır da sen bana dönersin gibi bir anlık yanılgı, ardından sonsuz bir boşluk…

Senin olduğun şehir daha mavi olurdu.

Şimdi gri.

Gökyüzü artık senin gözlerin gibi gülmüyor.

Sokak lambalarının ışığı bile eksik yanıyor artık.

Martılar daha az dönüyor gökyüzünde.

Ve ben camlara vuran yağmurda, senin parmak izlerini arıyorum.

Bugün sana bir şiir yazdım.

Ama yarısında ağlamaya başladım.

Kağıtlar mürekkep değil, gözyaşıyla doldu.

Ellerim titriyordu Yusuf.

Şiirin sonunu getiremedim çünkü her kelime senin gittiğin o sabaha çıkıyordu.

Ve ben hâlâ o sabahı affedemiyorum.

Sahra


3 Şubat 1994 – Galata Rıhtımı

Yusuf,

Rıhtımda oturuyorum.

Ayakkabılarım sırılsıklam.

Ama içimdeki ıslaklık daha eski bir yağmurdan kalma.

Bu mektubu deniz kenarında yazıyorum.

Martılar fazlasıyla konuşkan bugün. Belki de senin yerine konuşuyorlar.

Bir martı yere kondu, sonra birden havalandı — tam önümde.

Tıpkı senin gibi…

Habersiz, sebepsiz, geri bakmadan.

Sana söylemek istediklerim içime sığmıyor artık.

Beni bekleme, demiştin ya…

Ben beklememeye çalışırken, içimdeki bekleyiş sana itaatsizlik ediyor.

Kalbim beni dinlemiyor Yusuf.

Ben seni unutur gibi yaparken, o her sabah seni anıyor.

Uykudan uyanınca önce kalbimi susturmam gerekiyor.

Gün ışığına seni anlatmadan başlayamıyor.

Uyandığım her sabah “Bugün döner mi?” sorusuyla başlıyorum.

Rüyalarımda seni sorduğum kadınlar, adamlar, hatta çocuklar bile cevap vermiyor artık.

Her biri yüzü olmayan siluetler gibi başlarını eğiyor.

Kimse artık senin adını duymuyor gibi.

Galiba unutuş bir salgın — ben hariç herkes hasta.

Bana kalbimi nereye gömdüğünü söyle Yusuf.

Belki çiçek ekerim üstüne.

Belki biraz unutmayı öğrenirim.

Belki orada seni yeniden büyütürüm.

Belki orada yeniden başlarım.

Ama lütfen… bir yer söyle bana.

Unutmak bile bir yer gerektirir.

Sahra


Defterin her sayfası bir inilti, her satırı kurumuş bir gözyaşı gibi… Sahra’nın kalbi, bu sayfalarda çırılçıplak duruyordu.

Sayfaları çevirirken sanki Sahra'nın parmak izleri ellerime bulaşıyordu.

Bazı cümlelerin üzerinde lekeler vardı — kurumuş bir gözyaşının bıraktığı belirsiz izler.

Bazı harfler silikleşmişti; ya kalemin tükenişinden ya da kalbin.

Her satır birer cenaze ilahisiydi.

Ben okudukça onun acısı, içimde çınlayan kendi sessizliğime dönüştü.

Sahra'nın kelimeleri içime işlerken, kendi yıllardır sustuğum yanlarımla karşılaştım.

Birini anlamak, bazen kendinden geçmektir.

Onun acısında kayboldukça, kendimi daha berrak duymaya başladım.

O defter yalnız onun değil, artık biraz da benimdi.

Çünkü yas paylaşılınca çoğalmaz, yankılanır.

Çünkü bazı acılar, bir bedenden diğerine geçerken dil değil, damar değiştirir.

Bir gün geldi. Kitapçı kapandı. Sahra bir daha gelmedi. Pasaj sessizliğe gömüldü. Bense her gün o koltuğa oturup bekledim. Gelen olmadı.

Koltuğun kumaşında hâlâ onun omuz izi vardı sanki.

Raflardaki toz daha ağırdı.

Hava daha durgundu.

Zaman bile gelmemeye başlamıştı o dükkâna. Hatta artık zamansızlık bile… Zaman yahut zamansızlık denen kelimeler, sözlüğün içinden fırlayıp bilinmez diyarlara göç etmişti âdeta. Algıyı büsbütün bozan cinstendi.

Sonra duydum. Sahra, Boğaz kıyısında bir bankta ölü bulunmuş. Yanında, yıllar evvel ölen sevgilisi Yusuf’a ait olduğu söylenen eski bir plak ve bir mektup varmış. Mektubun üstünde tek bir cümle yazıyormuş: “Seninle tamamlanacaktım.”

O cümleyi ilk okuduğumda nefesim yarıda kaldı.

"Tamamlanmak" — ne büyük bir kelimeydi.

Bazıları hayatta tamam olur, bazılarıysa ölümle...

Sahra için ikisi aynı kapıya çıkmıştı.

O gün anladım: Bazı insanlar dünyaya bir cümleyi tamamlamak için gelir. Ama cümle biter, hayat biter, kelime kalır.

Ve bazı kelimeler vardır, ölüler kadar ağırdır.

"Kal", "gitme", "bekle"...

Söylenmediklerinde yürek yakar, söylendiklerinde kaderi değiştirir.

Sahra, o kelimelerin tam ortasında yaşamıştı.

Şimdi Sahra’nın adını her andığımda içimde bir sızı beliriyor. Çünkü Sahra’nın hikâyesi, kavuşamayanların hikâyesiydi. Ve ben onun romanında bir harf olmaktan öteye geçemedim.

Ama belki de bir harf olmak yeterlidir.

Bir cümleyi oluşturan her harf, eksilirse anlam da eksilir.

Ben Sahra’nın hikâyesinde bir harfsem, onun suskunluğunu taşımaya razıyım.

Ayrıca biliyorum… O son gece bana bıraktığı defterde yazan şu cümle, bana kalan bir mirastı:

"Aşk, unutulmaz olanı beklemeye devam etmektir. Bekleyenin kim olduğunu unutsan bile.”

Ve belki aşk tam da budur:

Kimin için ağladığını unutmuşken bile gözyaşı dökmek.

Bir gölgeye âşık olmak ama ışık sanmak.

Kendini bir isme değil, bir hisse emanet etmektir aşk.

İstanbul o günden sonra bana hep Sahra’nın sesiyle konuştu. Galata Kulesi'ne her baktığımda, onun gözlerini hatırlıyorum. Sis bastığında, Yusuf’la plakçıdaki ilk karşılaşmalarını... Rıhtımda bir martı kanat çırptığında, Yusuf’un gidişini...

Bu şehir artık bir harita değil. Bir ruhtur. Kayıpları taşıyan bir anne gibi kucağında ağıtlarla dolaşır. Yağmurunda gözyaşı, rüzgârında fısıltı vardır. İstanbul, unutulanların mezarlığıdır. Sahra da o mezarlığın en derin taşlarından biri.

Her yağmurda kitapçıya dönerim. Kitaplar durmaz artık, insanlar da. Ama rüyalarımda hâlâ Sahra koltukta oturur, elinde bir kitap. Bana bakmaz, ama ben ona bakarım. Her bakışımda, kendi geçmişime yaklaşırım.

Rüyalarım artık bir pasaj kokuyor.

Loş ışık, Sahra'nın saçına düşüyor.

Sayfaları çevirmiyor bazen; sadece bekliyor.

Belki de beni değil, Yusuf'u beklemeye devam ediyor.

Belki de ben, Yusuf’un unuttuğu rüyaları taşıyorum içinde.

Ve her bakışımda, Sahra’dan çok, kendimi bir aynada görür gibi ürperiyorum.

Buram buram İstanbul kokan eşimin on yılı aşkın süre önceki ani ölümüne dönüşüyor her bir ürpertim.

Demek ki yas; yalnızca birini değil, kendini de gömmekmiş.

Demek ki Sahra’yı anlamam; sadece onu tanımam değil, kendi enkazımı görmemmiş.

Ve biliyorum artık:

Bazı kadınlar şehir olur. Bazı şehirler kadın gibi sever. Bazı aşklar ise yalnızca ölü şehirlerde filizlenir.

Çünkü bazı şehirler, dudaklarında bir veda mırıldanır.

Çünkü bazı kadınlar, sokağın köşesindeki rüzgâr gibi geçip gider, ama sesleri orada kalır.

İstanbul gibi.

Sahra gibi.

Ve İstanbul, hepimizin yarım kalan cümlesidir.

Ve biz, o cümlenin noktasız hâliyiz.

Bir virgül kadar bekleriz birbirimizi, bir boşluk kadar uzağız.

Ama belki de bazı cümleler tamamlanmaz ki sonsuza dek devam edebilsinler.

Bu sefer kendim için aldığım defterin ilk sayfasına uzun uzun baktım. Sonra bir çırpıda yazdım.

"Unutulanlar da aslında yalnız değildir. Onları hatırlayan bir pasaj, bir koltuk, bir rüya hep vardır."

Tıpkı İstanbul gibi...

 
 
 

Comments


bottom of page