
Kırık Aynada Sonsuzluğa Bakış: Zamanın Çatlaklarında Savrulan İplikler
- Nihansu Serter
- 5 Şub
- 5 dakikada okunur
Yorganın üzerine serpiştirilmiş nar taneleri, odanın loş ışığında kan pıhtıları gibi parlıyordu. Her biri parmak uçlarımda patlayan küçük infilaklar; çocukluğumun bahçesinde topladığım yasak meyvelerin mirası... Annemin, "Narı duvara vurarak yemek ayıptır," diye fısıldadığı günün ertesinde, babamın avucunda ezilmiş çekirdeklerin ıslak parıltısını hatırlıyorum. Şimdi bu kırılgan kırmızı taneler, yorganın beyazlığı üzerinde birer yara iziydi. Sanki dikişsiz bir ameliyatla içimden çıkarılıp bu kumaşa nakşedilmişlerdi. Pencereden sızan ayaz, tenime değil de kemiklerimin arasına işliyordu. Her nefes alışımda kaburgalarımın arasına sıkışmış cam kırıklarını hissediyordum; soluk verirken dudaklarımdan dökülen buğu, duvarda kaybolan hayalet yazılar gibiydi.
Odaya girerken kapının eşiğinde takılıp düşen gelinliğimin tülü, şimdi bir örümcek ağı gibi ayak bileklerime dolanmıştı. İpek değil, kelepçe... Her adım attığımda biraz daha sıkılaşan, derimi kemiklerime yapıştıran bir tür bedensel utanç. Yatağın kenarındaki oymalara tutunduğumda, parmak uçlarımın her birinin ayrı bir çığlık attığını duydum. Ahşabın içine işlemiş binlerce el izi; belki de bu odada benden önce kıvranan tüm kadınların sessiz imzaları... Gölgeler, duvarda devleşen bir canavara dönüştüğünde, nefesinin sıcaklığını değil, ciğerlerimdeki havayı çalan bir vakumu hissettim. "Burada ölen ilk ben olmayacağım," diye düşündüm, tavandaki çatlaklara bakarak. Her bir yarık, bir ömrün kırılma ânını anlatıyor gibiydi: Biri, annemin kolyesindeki incinin halıya düştüğü an... Diğeri, babamın kahkahasının donduğu o kış gecesi... Üçüncüsü, ablamın düğün gününde kollarıma sıçrayan kına izleri...
Eve nedensizce ve gaddarca gönderildiğimde, babaannemin çeyiz sandığı hâlâ salondaki yerindeydi. Sedef kakmalı kapağındaki toz tabakası, kimsenin dokunmaya cesaret edemediği bir geçmişin kabuğuydu. Annem, porselen çay bardağını üç parmağıyla tutmuş, dudaklarının kenarındaki ruj izini bir yara bandı gibi taşıyordu. "Seni gömmemiz lazım," dedi babam, cümlesini bitiremedi. Sanki sözcükler boğazında birer diken topu olmuştu. Kapıyı çektiğinde, pirinç tokmağın gümlemesiyle irkildim. İçimdeki küçük kız -belki sekiz yaşında, belki on iki- o sesle birlikte son kez nefes aldı. Sokak lambasının titreyen ışığı altında, ayakkabılarımın uçlarındaki tozları izledim. Her bir tanesi, terk edilmiş bir anıydı: Lisenin bahçesinde eteklerime yapışan çamur, ilk buluşmamızda pantolonumun dizinde açılan delik, kaçtığımız gece otobüs koltuğundaki sakız izi... Yağmur başladığında, saçlarımın diplerine işleyen damlaların bedenimin haritasını yeniden çizdiğini hissettim. Her damla, tenimde açılan görünmez bir çatlaktan içeri sızıyor, kemiklerimin arasına yerleşen bir arşivci titizliğiyle kayıt tutuyordu.
Onun ellerinde, cebinde taşıdığı limon kolonyasının keskin kokusu vardı. Liseden kalma defterlerimizin kenarlarındaki karalamalar gibiydi buluşmalarımız: Silik kurşun izleri, üstü çizilmiş şiirler, mürekkep lekesi saklanmış itiraflar... Kaçtığımız gece, otobüs terminalindeki saat kulesinin gölgesi bir mezar taşı gibi uzuyordu ayaklarımıza. "Seni İzmir'e götüreceğim," dediğinde, denizin tuzunu değil, sözlerinin içindeki çatlağı duydum. İlk haftalar, pansiyon odasındaki çiçek desenli perdelere bakarak aşkı yeniden tanımladım: Sabahları kahvaltıda bal sürdüğü ekmeğin kenarındaki ısırık izleri, gece yarısı ensemde hissettiğim nefesin düzensiz ritmi, banyo aynasında buğulanan iki siluetin birleşme çizgisi... Bir gün, ceketimin cebinde unuttuğu dudak izli mendili kokladığımda, limon kolonyası ve nikotin karışımı bir hüzün yayıldı ciğerlerime. Bu koku, sonradan öğrenecektim ki, kaybetmenin önceden ıslatılmış tohumuydu.
Geneleve düştüğüm gece, yani sevgilimin beni hunharca geneleve sattığı gece, merdivenlerdeki halının rengini sorduğumda kahkahalarla güldüler. "Kan rengi," dedi saçları ağarmış kadın, dudaklarının arasından çıkan duman halkalarıyla kelimeleri birbirine doladı. "Hem kurumuş hem taze..." Odamın duvarındaki ayna üç parçaydı. Sabahları, yüzümü hangi parçadan bakarsam farklı bir yabancıyla karşılaşıyordum: Sol üstteki camda gözlerimin alt morlukları daha belirgindi, sağ alttaki çatlak dudaklarımı ikiye bölüyordu, ortadaki parça ise tüm yüzümü bir buğu perdesinin ardına hapsediyordu. Müşterilerin ceketlerinde biriken küller, yastığımın altında bir arkeoloji katmanı oluşturmuştu. Her bir kül tanesinin içinde yanan sigaranın hikayesi vardı: Evlilik yıldönümü kutlamasından kaçan bir baba, ilk maaşını alan çırak, karısının kanser olduğunu öğrenen adam... Sarı saçlı bir müşteri limon kolonyası getirdiğinde, şişeyi duvara fırlattım. Kırık camlar arasında süzülen kokuda, kaybettiğim her şeyin izdüşümü vardı. O gece, penceremden görünen sokak lambasının 237 kez titrediğini saydım. Her titreyiş, bir kalp atışının kaydıydı.
Kanımın akmadığı ilk ay, midemdeki bulantıyı ruhumun zehirlenişi sanıp içtim tuz ruhunu. Bedenim bir kâğıt gibi buruşurken, ebe saçlı kadın geldi. Avucuma bıraktığı nohut tanesini salladığımda, içinden gelen ses: "Bir kalp atışı kadar hafif, bir çığlık kadar ağır..." Karnımın altındaki sıcaklık, gece yarısı pencereden sızan ay ışığı gibiydi; hem üşütüyor hem sarmalıyordu. Düşürme ilacını alırken, eczacının parmaklarındaki gümüş yüzük, annemin kayıp küpesinin ikiziydi. İlacı lavaboya döktüğüm an, suyun girdabında bir çocuk eli gördüm. Parmakları, henüz hiç dokunulmamış bir masumiyetle uzanıyordu bana. "Affet," diye fısıldadım, suyun hışırtısı pişmanlığımı boğdu. O gece rüyamda, göbek bağımızdan sallanan bir salıncakta sallanıyorduk. Her sallanışta, gökyüzündeki yıldızlar biraz daha soluklaşıyordu. Ertesi gün kaderim, her daim olduğu üzere dizginleri eline aldı. Birden kan yığınına dönüştüm. Düşük yaptım. Vitrinler arasında gezindiğim bir gün, oyuncak bebek evlat edindim. Sahip olabildiğim ilk ve tek şey bu olacaktı belki de.
Doğum günümde hediye edilen ipek mendili yaktığımda, alevlerin dilinde dans eden küller birer kanat oldu. Oyuncak bebeği kundakladığım battaniye, genelevdeki ilk gecemde üstümde olanla aynıydı. Dokusu değil, kokusu değişecekti onun. Sabah kapıya bıraktığımda yanına bir nar koydum. Çekirdeklerini saymasın diye değil, her birinin içinde saklı kırmızı cennetlere inansın diye... Şimdi bu satırları yazarken, mürekkep hokkasının dibinde beliren bebek resmi bana bakıyor. Kalemim kâğıdı değil, zamanın katmanlarını yarıyor. Biliyorum ki hikâyem, terk edilmiş istasyonlarda unutulan bir bavul gibi kalacak. Ama belki bir gün, bu satırlara dokunan parmaklar, nar çiçeği tomurcuklarının patladığı ânı hissedecek; acının göbeğinde filizlenen o narin umudu...
Yorganın üzerindeki nar taneleri şimdi kurumuş, kırmızıları kahverengiye dönmüş. Her biri, içinde taşıdığı çekirdek sayısınca yeni başlangıçlar vaat ediyor. Pencereden sızan şafak ışığı, duvardaki çatlakları altın varaklarla süslüyor. Anlıyorum ki bu odada ölen hiç kimse olmadı; sadece bazı hayatlar, başka bedenlerde yeniden doğmak üzere uykuya daldı... İnanmak istiyorum, olmuyor.
Aynanın üçüncü parçasında gördüğüm yüz artık hiçbirimize benzemiyordu. Dudaklarımın çatlağından sızan kelimeler, tavandaki yarıklarda kaybolurken, bir iğnenin kumaşa batış sessizliğiyle dinliyordum kendimi. Sandığın dibinde sakladığım nakışlı örtüyü çıkardım - anneannemin gençlik gözyaşlarıyla suladığı ipek ipliklerden dokunmuş bir ölüm ilanı. Her düğümünde bir isim gizliydi: Sarmaşık desenleri arasında boğulan "kız", kan kırmızısı güllerin ortasında solan "gelin", mor çiğdemlerin gölgesinde eriyen "kadın"...
Parmak uçlarım iğnenin sivri ucunda gezindiğinde, derimin altında biriken hikâyelerin ipliklere aktığını hissettim. Nakışın ters yüzünde beliren desenler, yorganın üzerindeki nar izleriyle buluştu. Her dikiş deliği, bu odada soluk alıp vermiş bedenlerin nefes borularından sızan son çığlıkları nakşediyordu kumaşa. Saat kulesinin gölgesi pencereye vurduğunda, ipliğin rengi karardı. Öyle bir siyah ki, içinde kaybolan yıldızların matemini taşıyordu. İğneyi göğsümün sol tarafına batırdığımda, pamuklu kumaşın emdiği kanın, çeyiz sandığındaki gelin duvağının rengine dönüştüğünü gördüm.
Merdivenlerde yankılanan kahkahalar odanın kapısına çarptığı an, nakış iğnesinin ucunda parlayan damlayı yaladım dudaklarımla. Tuzlu değil, vaktiyle denize kaçırdığım gözyaşlarımın tortusuydu. Eski müşterilerden kalma bir kol düğmesini -sedef kakmalı, annemin kayıp küpelerinin yoldaşı- iğne yastığına sapladım. Her batışta, çocukluğumun bahçesindeki erguvan ağacının tepesinden düşüşümü yeniden yaşadım: Yere değil, zamanın kırık bir kol saatine düşmüşüm gibi...
Gecenin ilerleyen saatlerinde, duvardaki çatlaklar genişledi. Yarıklardan sızan nem, gözlerimde biriken bulutları çekip aldı. Tavanda beliren lekeler, doğum lekesi şeklinde yayıldı sırtıma. Bütün müşterilerin sol göğüslerinde aynı ben vardı artık - mor bir üzüm tanesi kadar küçük, ölü doğmuş bir yıldız kadar ağır.
Şafak sökerken, kapının eşiğine bıraktığım ıslak mendili rüzgâr savurdu. Peşinden koşmadım. Kumru renkli bulutların arasında dalgalanan o kareli bez parçası, lisede fen laboratuvarında yaktığımız aşk mektuplarının küllerini taşıyordu belki. Geriye kalan tek şey, yastık altındaki kül tabakasında parlayan inci tanesiydi. Annemin kayıp kolyesinden düşmüş olmalıydı - belki de babamın avucunda ezilen nar çekirdekleri arasında kaybolmuştu yıllar önce.
Kapağına bile bakmadığım kitabın tekini dilimin altında erittiğimde, tadı limon kolonyası ve nikotin karışımı bir hüznü çağrıştırdı. Pencereden dışarı sarktığımda, sokak lambasının titreyişinin bedenimde yankılandığını hissettim. Her sarsıntı, kemiklerim arasına sıkışmış cam kırıklarını biraz daha derine itti. Alt kattaki genelev kadınının söylediği ninniyi mırıldanırken, yorganın üzerindeki nar çekirdeklerini tek tek topladım:
"Uyusun da büyüsün ninni... / Tıpkı annesi gibi çürüsün ninni..."
Çekirdekleri aynanın üç parçasına yerleştirdim. Sol üstteki, babamın ilk ihanet gecesinde dökülen gözyaşlarımın sayısınca... Sağ alttaki, kaçarken bindiğimiz otobüsün kilometresince... Ortadaki buğulu parçaya serpiştirdiklerimse, içimde taşıdığım ve asla doğurmayacağım çocukların ruhları kadar.
Gün ışığı duvardaki çatlakları altın varaklarla süslerken, kırık aynalardan yansıyan bedenim paramparça oldu. Her bir parçam, bu odada can veren kadınların son nefeslerinde bıraktıkları izlere karıştı. Nar çekirdekleri ise -artık kupkuru ve kararmış- yatağın altında kök salmaya başladı bile. Belki bir bahar sabahı, duvarın içinden filizlenen kırmızı çiçekler, eşikte çürüyen gelinliğin tüllerine dolanır. O zaman anlarım ki acı; toprağa düşen tohum değil, gövdesi kesilen ağacın kabuk altında biriken reçinedir. Ve biz, kırık aynalarda kendini arayanlar, ancak parçalanarak bütünlenebiliriz...
Comments