top of page

Sana Dair Bir Senfoninin İçinde

  • Yazarın fotoğrafı: Nihansu Serter
    Nihansu Serter
  • 27 Şub
  • 2 dakikada okunur

Yağmur, geceyi yalınayak dolaşıyordu. Penceremin camında kayıp giden damlalara bakarken, “Her bir damla,” diye düşündüm, “bir yara izi kadar derin.” Sait Faik’in kırık sandaletlerini giymiş bir kadın gibi, şehrin sokaklarında sürükleniyordum. Kalbim, Tomris Uyar’ın daktilosundan düşmüş virgüllerle doluydu. Bir gün, bir şiir yazacaktım. Belki de yazılacaktım. 

O sabah, kitapçının önünde durdum. Kapıdaki çıngırak, Cemal Süreya’nın “Gül” şiirini mırıldandı. İçeride, raflar arasında kaybolmuş bir adam vardı. Parmakları kitapların sırtında gezinirken, “Şu an,” dedi yumuşak bir sesle, “Nilgün Marmara’nın intihar mektubunu okuyorum. Bak, diyor ki: ‘Aşk, bir çocuğun elindeki balonun ipidir. Bırakırsın, uçar. Tutarsın, patlar.’” 

Döndüm. Gözleri, bir nehrin taşkın yatağı gibiydi. “Öyleyse,” diye cevap verdim, sesimdeki titremeyi saklayarak, “ben ipi bırakmayı seçiyorum.” 

Adı Deniz’di.

İlk buluşmamızda, sahildeki çürük iskelede oturduk. Ayaklarımızı sallarken, “Deniz,” dedim, “senin adın neden hep hüzün taşıyor?” 

Gülümsedi. Dişleri, dalgaların köpüğünden beyazdı. “Çünkü,” dedi, “deniz, herkese ait olmanın yükünü taşıyor. Ama sen…” Duraksadı, yüzüme baktı. “Sen sadece bana aitmişsin gibi geliyor.” 

Rüzgâr, saçlarımı bir şiirin mısraları gibi dağıttı. “Ben,” diye itiraf ettim, “birine ait olmayı reddettim hep. Ta ki bir kitapçıda bir adam, bir intihar mektubundan aşkı anlatana kadar.” 

Elimi tuttu. Avuç içi, sıcak bir mürekkep lekesi gibiydi. “Peki ya ben?” diye sordu. “Senin için neyim?” 

“Bir senfoninin tekrar eden notasısın,” dedim. “Ve ben, o notayı sonsuza dek dinlemek istiyorum.” 

Bir kış gecesi, hasta annemi ziyaretten dönerken, cebime bir kâğıt sıkıştırdı. Üzerinde, “Yarın sabah, gün doğmadan buluşalım. Sana bir şehir hediye edeceğim.” yazmıştı. 

Şafak sökerken, terk edilmiş bir tren istasyonunda buluştuk. Rayların üzerinde yürürken, “Bak,” dedi, ellerini gökyüzüne açarak. “Bu şehir senin. Çünkü sen her taşının altında bir hikâye saklı kadınsın.” 

“Peki ya sen?” diye sordum, gözlerimdeki yaşları tutamayarak. 

“Ben,” dedi, alnıma bir öpücük kondururken, “sadece o hikâyeleri dinlemek için varım.” 

Bir gün ansızın kayboldu. Üç gün, üç gece. Kapısını çaldığımda, yüzünde bir çocuğun suçluluğu vardı. “Lütfen,” dedim, sesim bir cam kırığı kadar keskin, “yalan söyleme. Neredeydin?” 

Soluk bir nefes çekti. “Babam öldü,” dedi. “Cenazesine gittim. Ama sen… Seni üzmekten korktum.” 

O an, Tomris Uyar’ın dediği gibi, “aşkın en keskin bıçağı” saplandı kalbime. “Üzülmek mi?” diye haykırdım. “Ben senin acını paylaşmak için varım! Aşk, sadece gülüşler değil, yaralara ortak olmaktır!” 

Sessizce sarıldı. Omzuma düşen gözyaşları, birer inci tanesiydi. 

Bir bahar sabahı, teşekkür etmek istedim. Ona, anneme, yaşama, hatta ölüme. Çünkü aşk, bir minnet senfonisiydi. Deniz’i, kırık dökük bir sinemaya götürdüm. Perdede, siyah-beyaz bir film oynuyordu: İki insan, bir tren istasyonunda vedalaşıyordu. 

“Neden buradayız?” diye sordu, kaşları çatık. 

“Çünkü,” dedim, ellerini avuçlarıma alarak, “sen bana bir şehir hediye ettin. Ben de sana bir anı.” 

Cebimden çıkardığım kâğıdı uzattım. Üzerinde, “Teşekkür ederim. Var olduğun için… Var olduğun için…” yazıyordu.

Gözleri buğulandı. “Bu kadarına layık mıyım?” 

“Hayır,” dedim, yüzüne dokunarak. “Aşk, layık olmak değil, minnet duymaktır.”    

O gece, evimdeki piyanonun başına oturdum. Tuşlara dokunduğumda, her nota onun adını fısıldadı: Deniz… Deniz… Sanki Cemal Süreya’nın kayıp dizesiydi. 

Kapı çaldığında, gülümsedim. Biliyordum. O bir daha asla gitmeyecekti. Çünkü aşk, bir teşekkürdü. Ve biz, o teşekkürün içinde sonsuzluğa kadar çınlayacaktık.  

 
 
 

Kommentare


bottom of page