top of page

ÇÜRÜK BİR FİLİZLENME

  • Yazarın fotoğrafı: Nihansu Serter
    Nihansu Serter
  • 7 Kas 2024
  • 5 dakikada okunur

İlişkimizin ilk zamanlarını düşününce bile mutlu olamıyordum aslında. Bu ilişki başından beri sağlıksızdı; âdeta çürük bir filizlenmeydi, kökleri hastalıklıydı. Yürümeyeceği o kadar belliydi ki! Ne zaman içimi dökmek istesem, cümlelerim yarım kalıyordu. Onunla konuşmak, duvara konuşmak gibiydi. Aramızda görünmez ama devasa bir uçurum vardı, ikimizi de birbirimizden uzaklaştıran. O uzaklaştıkça, ben ona daha sıkı tutunmaya çalışıyordum. Ancak ne yaparsam yapayım, karşımdaki yalnızca bir gölge gibiydi.


Bir akşamüstü, o eski kafede yan yana oturuyorduk yine. Ellerimiz, masada birbirine yakın ama temassız duruyordu. İçimde biriken, söyleyemediğim her şey, kelimelerin boşluklarında kayboluyordu. Kahve fincanının sıcaklığı avuçlarıma yayılsa da içimdeki derin soğukluk yerli yerinde duruyordu.


Nihayet "Bir şeyler konuşmalıyız," dedim. Sesim beklemediğim kadar kısık çıktı. Gözlerini hafifçe kaldırarak bana baktı; durgun, mesafeli, neredeyse yabancı bir bakışla. Yanımda oturan o değilmiş de bir başkasıymış gibi hissettim.


"Yine neyi konuşacağız?" dedi, alaycı bir gülümsemeyle. Ancak o gülümsemenin ardında ironi, hatta bıkkınlık vardı.


İçimde birikmiş her şey patlamak üzereydi, ama kendimi tuttum. Bakışlarını kaçırıp pencereden dışarıya çevirdi. Onu yakalayıp sarsarak bir şeyleri hissettirmek istedim, ama nafile… O anda, gözlerim pencereden dışarıda göz göze gelen ve kahkahalar atan bir çifte takıldı. Gözlerimi kapadım, zihnimde yalnızca tek bir soru yankılandı: Biz neden böyle olamıyoruz?


"Sen," dedim beklenmedik bir açıklıkla, "her şeyi hep eksik bırakıyorsun. Beni belirsiz bir alanın içinde tutuyorsun. Sanki bir şeyleri açıkça söylemekten kaçınıyorsun. Biz... gerçekten nereye gidiyoruz?"


Omuzlarını silkti. "Nereye gittiğimizin bir önemi var mı? Şu anda buradayız. Bu yetmiyor mu?"


"Hayır," dedim tereddütsüz. "Yetmiyor."


Bir sessizlik oldu. Kahvemden bir yudum aldım. Bu sırada dışarıdaki müzikten gelen keman sesi kafenin içine doldu. İçimde bastırmaya çalıştığım acıyı yüzeye çıkarıyor gibiydi. Ona göz ucuyla baktım; hâlâ ilgisizdi, sanki konuştuğumuz her şey havada asılı kalıyordu.


"Daha ne istiyorsun benden?" diye sordu nihayet. Sesinde sabırsızlık ve umursamazlık karışımı bir ton vardı.


"Bir şey istemiyorum," dedim, sesimde titreyen bir öfkeyle. "Sadece... sadece gerçek bir bağlılık istiyorum. Birlikte bir yöne doğru yürümek istiyorum. Ama sen, sürekli benden uzaklaşır gibi davranıyorsun. Korkuyorum... ve her gün biraz daha kendimi kaybediyorum."


Derin bir nefes aldı. Gözlerinde mesafeli ifadenin yerini kısa bir an için bile olsa gerçek bir şey aldı. Fakat hemen ardından eski hâline döndü.


"Bağlılık... senin için sadece bir kelime," dedi soğukça. "Herkes kendini bu kelimeyle kandırıyor. Ama gerçekte hiçbir şeyin garantisi yok."


O anda, birlikte geçirdiğimiz eski akşamlar gözümde canlandı. Bir konser salonunda, onun en sevdiği keman solistini dinlediğimiz gece... Yanımda öyle mutlu görünmüştü ki! Şimdi ise o yüz ifadesinden eser yoktu. İçimdeki sevgi, yerini derin bir acıma duygusuna bırakmıştı. Ayrıca artık ona karşı duyduğum şey yalnızca bir bağlılık değil, aynı zamanda kendimi kaybetme korkusuydu.


Bir kez daha gözlerine baktım. Bu defa gözlerimde belki de son bir umut vardı.


"Yeter," dedim. "Ben artık... yoruldum. Sadece gitmek istiyorum."


Yüzüme boş bir ifadeyle baktı, gözlerinde ilk defa bir şeyler kıpırdandı. Söyleyecek bir şey bulamadı; yüzünde söyleyemediği her şey belirmiş, ama dile gelememişti. Ayağa kalkıp masadan uzaklaşırken arkamdan gelen tek ses, onun derin bir nefes alışverişiydi. Kafenin kapısından çıkarken dışarıdaki soğuk hava yüzüme çarptı; içimde bıraktığı son ânın, buz gibi bir vedasıydı.


Kafenin kapısından çıkar çıkmaz yüzüme çarpan soğuk, içimdeki duygusal karmaşayı somut bir ağırlık hâline getiriyordu. Çürük bir kök gibi içime işlemiş olan bu ilişki, şimdi yerini derin bir yalnızlık hissine bırakmıştı. Ancak bu yalnızlık, tuhaf bir biçimde rahatlatıcıydı da. Sokağın köşesine doğru yürüdüm. Ellerim cebimde, kafamda onun söyledikleri yankılanıyordu: “Gerçekte hiçbir şeyin garantisi yok.”


Bu sözler, hayatımda ne çok şeyden vazgeçmek zorunda kaldığımı düşündürdü bana. Belki de haklıydı. Ama bir insan, yalnızca “garantisiz” diye her şeyden kaçabilir miydi? Bu düşünceler zihnimi kemirirken, yan sokaktan yükselen keman sesi kulaklarıma doldu. Sesin geldiği yere doğru yürüdüm, gözlerimi kapatarak. Sesin derin, dalgalı tınısı beni çekiyordu.


Bir süre sonra terk edilmiş gibi görünen bir meydanda buldum kendimi. Meydanın ortasında, eski püskü bir paltoya bürünmüş yaşlı bir adam keman çalıyordu. Parçalanmış ayakkabıları, solmuş beresi ve yorgun ama dikkatli bir yüzü vardı. O sahneye dalmışken adamın bakışlarıyla karşılaştım. Kemanının yayından çıkan melodi, içimde sıkışıp kalmış kelimeleri dışarı çıkarmaya çalışıyor gibiydi. Yanına gitmekten kendimi alamadım.


Keman sustu. Birkaç saniye göz göze baktık. Bir şeyler söylemek istedim ama hiçbir kelime yeterli görünmedi. Gözlerindeki hüzünlü ifade, hayatını kemanının melodisine işleyen birine ait gibiydi.


“Benim gibi birini gördüğünü söylüyor bakışların,” dedi adam. Sesi kemanın sesi kadar hüzünlüydü.


Bir an tereddüt ettim, fakat sonra konuşmaya başladım. “Sadece... bir şeyi geride bırakmaya çalışıyorum. Ama galiba bırakmayı başaramıyorum.”


Adam başını salladı, kemanını tekrar omzuna yerleştirip çalmaya başladı. Bu kez melodi daha keskin ve hızlıydı. “Her şey, geride bırakamayacağımız bir hikâye hâline gelir sonunda,” dedi, gözlerini kapatarak. “Ama önemli olan, sonun da sonudur. O ise hikâyenin bizi değil, bizim onu kontrol etmemizdir.”


Bu sözlerle sarsıldım. Adam başka bir şey söylemedi, sadece çalmayı sürdürdü. O an onun yanında daha fazla kalmanın bir anlamı olmadığını hissettim. Sessizce meydandan ayrıldım. İçimde bir şeylerin değiştiğini hissediyordum; sanki onun sözleri zihnimde bir kapıyı aralamıştı. Artık bu ilişkinin üzerimdeki gölgesini geride bırakmaya kararlıydım.


Ertesi gün, işlerimi bitirdikten sonra bir kafede tek başıma oturuyordum. Yan masadaki boş sandalyeye bir kadın yaklaştı. Hafifçe gülümsüyordu ve elinde bir roman vardı. “Buraya oturabilir miyim?” diye sordu nazikçe.


"Tabii,"


Kadının yüzünde tanıdık gelen bir ifade vardı, ama geçmişin hangi köşesinde karşılaştığımızı hatırlayamıyordum.


Kısa bir sessizlik oldu. Kadının elindeki kitaba göz attım. Bir klasik edebiyat eseriydi: Madame Bovary. Bunu fark eden kadın, elindeki kitabı göstererek, “Aynı kitabı defalarca okurum. Her seferinde içinde başka bir şey bulurum,” dedi.


"Öyle mi?" diye sordum, hafif bir merakla. “Aynı kitabı tekrar tekrar okumak insana güven duygusu mu veriyor?”


Kadın başını sallayarak gülümsedi. “Belki öyle. Tanıdık bir hikâyede bir tür teselli buluyor insan, ama her okuduğunda yeni bir pencere açılıyor. Geçmişte yaşadığımız anılar gibi... Hep oradalar, ama her defasında başka bir yüzünü gösteriyorlar bize.”


Kadının sözleri, sanki o yaşlı kemancıdan duyduğum cümlelerin bir tamamlayıcısıydı. Bu derin bakışların ardında bana bir güven, bir anlayış sunuyordu. Hafifçe başımı salladım. “Sanırım ben de aynı durumdayım,” dedim. “Geride bırakmak zor, ama kalmak ve inatla tutunmak da bir o kadar zor.”


Kadın, gözlerimin içine bakarak içtenlikle gülümsedi. “Bazen,” dedi, “yalnızca yürümek gerekiyor. Bir adım, bir nefes, bir gülümseme... Başka hiçbir şey düşünmeden ilerlemek.”


Bu sözleri içimde bir yankı uyandırdı. Belki de kendimi bu kadar sorgulamadan, bir adım atmam gerekiyordu. Bu kadın, adını bile bilmediğim bu yabancı, bana yeniden umut aşılamıştı.


Günler geçtikçe, ilişkimin üzerimde bıraktığı gölge yavaş yavaş solmaya başladı. Eski hatıralar hâlâ zaman zaman zihnime üşüşüyor, beni geçmişin derin sularına çekiyordu; fakat artık her hatıra, yalnızca geçmişin silik bir izi gibi geliyordu. İlişkimize dair hissettiğim acı; yerini yavaş yavaş kabullenmeye, hatta bir tür huzura bırakmıştı.


Bir akşam, aynı kafede otururken onu gördüm. Eski sevgilim, karşı masada bir başkasıyla oturuyordu. Göz göze geldik, ama tek kelime etmedik. Yüzünde alışık olduğum o mesafeli ifade yoktu bu defa; onun yerine hafif bir hüzün vardı, belki de bir pişmanlık… Bakışlarımı kaçırmadan ona baktım ve o an fark ettim ki, içimde ona dair hiçbir şey kalmamıştı. Artık tamamen yabancıydı.


Elimi cebime attım ve yıllardır taşıdığım küçük bir anahtarlık çıkardım. İlişkimiz boyunca bir sembol gibi yanımda tuttuğum bu küçük hatırayı masanın kenarına bıraktım. Sonra sessizce kafeden çıktım.


Soğuk hava yüzüme vururken içimde hafif bir boşluk hissettim. Ama bu boşluk beni korkutmuyordu; aksine, içimde yeni bir alan açıldığını hissettiriyordu. Artık gerçekten özgürdüm. Uzun zamandır ilk defa kendimi bu kadar hafif ve huzurlu hissediyordum.


Gökyüzüne bakarak derin bir nefes aldım. Artık önümde yeni bir yaşantının olduğunu biliyordum. Bana ait bir yaşantının...


 
 
 

コメント


bottom of page